Abdulkadir Menek

Abdulkadir Menek

Bediüzzaman ve Gazeteler (1)

Bediüzzaman, İstanbul’a doğru büyük hedeflerle yola çıkmıştı. Otuz yaşındaydı. Bu otuz yılın yirmisini okumak, müzakere ve mütalaa etmekle geçirmişti. Şark’ın birçok şehrini ve çok sayıda medresesini gezmiş, ilim çevreleri ile yakın temaslarda bulunmuş ve bölgede insanları büyük ölçüde etkileyen bazı hastalıkları teşhis etmişti. Eğer bu hastalıklara uygun ilaçlar kullanılmayıp, bu acil tedavi görmezden gelinir veya ertelenirse, ileride telafisi mümkün olmayan büyük sıkıntılar ortaya çıkacaktı. Zaman kaybedilmemeli ve bu durumdan yeterli miktarda haberdar olmayan yetkili kişilere durum hemen anlatılmalıydı.

Evet, Şark’ın hastalıkları “cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf” idi. Bu hastalıklar çok büyük zararlara sebep oluyordu. Toplum hayatında büyük yaralar açılmış, bu yaralar büyüme ve yayılma istidadı göstermeye başlamıştı. İnsanlarda bu hastalıklardan kaynaklanan büyük problemler hemen göze çarpıyordu. Bütün gözlem ve araştırmaları sonucu, bu hastalıkların ilaçlarını da Kur’an eczanesinden çıkarmış ve formülize etmişti. Evet, bu üç hastalık ancak şu üç ilaç ile tedavi edilebilirdi: Sanat, marifet ve ittifak. Bunun için asrın ihtiyaçlarını cevap veremez hale gelen medreseler ıslah edilmeli ve bölgenin önemli merkezlerinde, bölgenin ihtiyaçlarına cevap verecek ve bilahare bütün İslam Âlemine hitap edecek eğitim kurumları tesis edilmeliydi.

Bu eğitim kurumları bütün önyargılardan uzak olarak kurulmalı ve bölgenin yapısına da uygun olmalıydı. Eğitim müfredatı, Arapça, Türkçe ve Kürtçe dillerinin üçünü de kapsamalı ve burada görev alacak öğretim elemanları da, bu dillere aşina olmalıydı. Böylece birlik, beraberlik ve kardeşlik tesis edilecek ve gelecekte meydana gelmesi muhtemel bazı problemlerin de bu şekilde önüne geçmek mümkün olabilecekti. İlk etapta bölgenin üç önemli merkezi olan Bitlis, Van ve Diyarbekir’de kurulması öngörülen bu okullara ellişer öğrenci alınmalı ve bütün masrafları devlet tarafından karşılanmalıydı. Daha sonra da ihtiyaca göre, başka bazı merkezlerde de bu okullar açılabilecekti.

Bitlis’e gitti. Dostu Bitlis Valisi Tahir Paşa ile görüştü. Tahir Paşa ile uzun yıllar öncesine dayanan bir arkadaşlık ve dostluk tesis etmişlerdi. Tahir Paşa, Molla Said’in yüksek zekâsını, ideallerini ve muhakeme gücünü yakından müşahede etmiş ve hayran kalmıştı. Van Valilik Konağı’nı ve kütüphanesini Molla Said’in emrine vermişti. Valilik Konağı’nın geniş salonunda, şehir ileri gelenlerinin ve âlimlerin katıldığı ve sabahlara kadar süren müzakere ve münazaralar yapılmıştı. Molla Said’in muhteşem müzakere gücü ve hafızasının kuvveti bu tartışmalarda net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hatta bir seferinde Molla Said bir Coğrafya öğretmeni ile tartışmış, o gece sabaha kadar uyumayarak, bir coğrafya kitabını ezberlemiş ve ertesi akşam yapılan münazarada Coğrafya öğretmenini mağlup etmişti.

Bediüzzaman işte bu konakta kaldığı sırada Valilik kütüphanesine gelen dergi ve gazetelerle de tanışmış ve medyanın gücünü yakından görmüştü. İngiltere’de önemli görevlerde bulunan, yetkili ve etkili bir kişi olan Gladiston ile ilgili bir haber dikkatini çekmişti. Gladiston, İngiltere Avam Kamarası’nda elinde Kur’an olduğu halde bir konuşma yapmış ve şöyle demişti: “Bu Kur’an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bu Kur’an’ı Müslümanların elinden almalıyız veya Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” demişti. İşte bu haber ruhunda büyük bir feveran meydana getirmiş ve şunları söylemişti: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim.” İşte bunun için de harekete geçmeli ve ilmi çalışmaların yapılabileceği bir zemin hazırlanmalıydı.

İyi bir idareci ve gerçek bir vatansever olan Tahir Paşa, Molla Said’in anlattıklarını can kulağı ile dinledi. Hak verdi. İstanbul’da yapacağı çalışmaları kolaylaştırmak amacıyla Sultan Abdülhamid’e hitaben bir mektup yazdı. Sultan Abdülhamid’le iyi bir dost olan Tahir Paşa, Molla Said’e başka dostlarının da adreslerini vermişti.

Mektubu alan Molla Said, büyük ümitlerle ve heyecan ile yola koyuldu. 1907 yılının sonlarına doğru İstanbul’a, Dersaadet’e ulaştı. Önce bir süre etrafı tanımaya ve İstanbul’un ahvaline aşina olmaya çalıştı. İstanbul, içten içe kaynıyordu. Çok zor bir dönemde görev yapan ve biraz da şartların gereği olarak halk ile yeterli oranda diyalog kurma imkânı bulamayan Sultan Abdülhamid’in etrafı, bazı kişiler tarafından adeta abluka altına alınmıştı. Diğer Paşa ve idarecilerin keyfi idareleri ve halkı nazara almayan icraatları, büyük bir memnuniyetsizlik meydana getirmişti. Halk her şeyi Sultan’dan biliyor ve keyfi idarenin ve haksızlıkların arkasında olan idareciler de Sultan’ın arkasına sığınıyorlardı.

Sultan’la halk arasında kalın duvarlar örülmüştü. Evham ile hürriyet çemberi daraltıldıkça, halktaki bunalım artıyor ve tepkilerin de dozunun şiddetleneceği anlaşılıyordu. Basın üzerinde de şiddetli bir sansür uygulanıyordu. Çok farklı kesimler Padişah’a karşı bir ittifak kurmuş ve koskoca cihan devleti hazin bir sona doğru sürükleniyordu.

İdeallerinin takipçisi olan Bediüzzaman, Sultan’la görüşmenin yollarını aramaya başladı. Ancak bugün Özel Kalem diyebileceğimiz Mabeyn’i aşması mümkün olmadı. Ülkenin içinde bulunduğu fevkalade şartlar nedeniyle, kılı kırk yaran Mabeyn idarecileri, bin bir bahane bularak bu garip kıyafetli ve farklı bir şivesi olan şahsı, Padişah’la görüştürmemek için her yolu denediler. Yakın tarihimizin bu iki büyük şahsiyeti böyle bir ortamda görüşebilme imkânı bulsalardı, acaba nasıl bir sonuç alınacaktı? Çok zeki olduğu bilinen Sultan Abdülhamit, Bediüzzaman’la tanışmış ve onu dinleme fırsatı bulsaydı, görüşlerinden etkileneceği muhakkaktı. Fakat kaderin de bir hükmü vardı ve hükmünü icra edecekti.

Bediüzzaman da ideallerinden vazgeçecek bir adam değildi. Israrını sürdürünce önce Toptaşı Akıl Hastanesine gönderildi. Burada bir müddet kaldı. Ve doktorlarla muhteşem bir sohbet yapmaya başladı. Konuşma uzadıkça ve sohbet koyulaştıkça, doktorların da hayreti artmaya başlamıştı. Sonunda raporlarını hazırlayıp ilgili makamlara gönderdiler. “Bediüzzaman’da zerre miktar mecnunluk varsa, dünyada akıllı adam yoktur.”

Bediüzzaman’ın dostu ve Diyarbakır-Lice doğumlu Ahmed Ramiz, (1878-Lice, 1940’lı yıllar-Şam. Mezarı Şam’dadır. 1904 yılında Mısır’da Melayê Batê’nın Kürtçe Mevlidine önsöz yazarak yayınladı. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a geldi. Bazı kitapları mevcuttur. 1925 yılında Şeyh Said hadisesinden sonra Suriye’ye gitmek zorunda kaldı) o günlerin kargaşası içinde Divan-ı Harbi Örfü’yü yayına hazırlamış ve Bediüzzaman’a isnad edilen “mecnunluk” hakkında, kitabın önsözünde şu nefis ifadeleri kullanmıştı:

“1232 senesi zarfında idi. Kürdistan’ın yalçın, sarp, âhenîn (demirden yapılmış) mâverâ-i şevâhik-ı cibalinde (dağların zirvelerinin arkasında) tulû' etmiş (doğmuş) Said-i Kürdi isminde nevadir-i hilkatten (yaratılış nadirelerinden) mâdud (sayılan) bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfâkında (ufuklarında) rü'yet edildiği (göründüğü) haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis (meraklı) olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey (ardı ardına) gördükçe, mâder-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnasındaki (bitmeyen hazineler) sehaveti (cömertliği) bir türlü hazmedemeyenler, Şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini (gizlenebileceğini) bir türlü anlayamayarak, bir kısım adamlar ona, ''mecnun'' demişlerdi. Said-i Kürdi filvaki (gerçekten) ifrat-ı zekâ (aşırı zekâ) itibariyle hudud-u cünunda (delilik sınırında) idi. Fakat öyle bir cünun ki; "onun ulvî ruh ve kemal-i aklına işarettir" diye bir zât şu mısralarında tercümân-ı zîşanı olmuştur:

Cünun (delilik) başımda yanar, ateş-i maâlîdir(yükseklik)
Cünun başımda benim bir zekâ-i âlîdir.(yüksek zeka)
Benim cünunuma rehber ziyâ-yı ulviyyet,(yüksek ışık)
Benim cünunumu bekler azîm bir niyet...

Sonra da nezarethanenin yolu gözüktü bu pürsevda dava adamına. Zabtiye Nazırı Şefik Paşa, tekrar Mabeyn’e gelen ve Padişah’la görüşme ısrarını sürdüren bu garip kıyafetli adama para teklif etmeye başladı. Hem peşin para ve hem de her ay verilecek bir maaş. Aslında bu teklif kolay kolay reddedilecek bir teklif değildi. Şefik Paşa seksen altın getirmişti ve bunu kabul ettirmeye çalışıyordu. Bin kuruş maaş verilecekti. Daha sonraları ise bu maaş yirmi otuz liraya çıkarılacaktı. Bediüzzaman bu pare teklifine sert bir cevap vermişti. “Ben maaş dilencisi değilim” demişti. “Bana vermek istediğiniz rüşvettir ve hakk-ı sükûttur. (Sus payıdır)”

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum