Yitik Zaman Sözleri - Derya Atalay - Takriz

Derya Atalay’ın kitabı, okuyucusuna, acı-tatlı, renkli, siyah beyaz tablolar halinde; muştular, yakarışlar ve kavl-i leyyinle vicdana dokunan, akla, kalbe ve ruha hitap eden tefekkür, tezekkür pencereleri açarak onları düşünmeye davet etmektedir. Fransız düşünür, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyerek, insanın tefekkür yönüne dikkat çekmiştir. İnsan; sırf isimden, cisimden ve resimden ibaret bir varlık değildir. Ne sadece ruh ne sadece bedendir.

Bazı sözler vardır; zaman ihtiyarladıkça onlar tazelenir, gençleşir. Bazıları da vardır ki, üzerinde güneşin doğup battığı her gün onları eskitir; sonra da yitik olup giderler. Sözün tesiri, fesahat ve belagatinde değil, içtenliğinde, samimiyetindedir. Yazı da öyledir.

İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden kâinata meydan okuyabilir.” ve “İman, insanı insan eder, belki insanı sultan eder.” (Bediüzzaman)

Mesele, meselenin künhüne vakıf olabilmektir.

Musibet zamanı uzundur.” der bir Bilge.

Musibeti sadece “musibet” bilenle, musibeti “menfi ibadet” bilenler arasında fark vardır. Hâdiselere, iman gözü, gözlüğü ve dürbünü ile bakabilmek.

Başlangıç ve bitiş; her ikisi de bir Kudret, İlim ve İrade’nin tasarrufudur. Varlık âleminden çekilme bir bitiş, ardından diriliş yeni bir başlangıçtır. Zamanlar öyle mevsimler öyledir.

İnsanda şaşılacak haller çoktur. Hakiki manasıyla hiçbir şeye sahip olmayan emanetçi insan, temellük davasında bulunur. “Benim, benim, benim” der durur. Beri yanda grip virüsüne yenik düşer, öte yanda kendini -Azrail’e meydan okuyan- Deli Dumrul sanır.

Başıbozuk olmaya müsait, meyilli insan, başıboş değildir.

Nefsi ve şeytanı varken, hariçte düşman arar insan.

Mümin insanın bir veçhi Rabbine, diğer veçhi insana bakar. Rabbine bakan yüzü imandır, beşere bakan yüzü emin olmaktır. Emin değilse mümin olma vasfını da yitirmiş demektir. Emin olma yitiği, yitiklerin en büyüğü ve en acısıdır.

İnsan hem bir yolcudur hem bir misafirdir hem bir memurdur hem bir emanetçidir hem âciz ve fakir bir mülteci beşerdir.

Seven; korkmadan evvel sevdiğine tabi olur, tabi olunca korkusu zail olur. Korkutmadan önce sevmesini öğretmeliyiz. Zira; “Yessirû ve Lâ tuassirû; ve Beşşirû ve Lâ tüneffirû.” buyuruyor Rahmet Nebisi (as) Peygamberî metot: Önce kolaylaştır ve müjdele. Zorlaştırmak ve korkutmak, ikinci planda. Ne var ki, her cuma, cami kürsüsünden işittiğim şey, korkutmak, korkutmak… Hiç mi müjdesi yok bu dinin?

İslâmiyet, insaniyet-i kübrâdır.” sözü, bir gerçekliği ifade ediyorsa bir başka cihetten mümin ile asla bir araya gelmeyecek vasıflara da işaret etmektedir. Mümin, efaliyle İslâmın tecessüm etmiş hali olmak zorundadır.

Tahsilini yaptığım sosyoloji ilmine istinaden, kanaatimce şov asrını yaşayan şov toplumu haline getirildik. Özden ziyade yüzle, kabukla meşgulüz. Hal böyle olunca, bunun insanlar üzerinde maddi ve manevi etkileri, eylem ve söylemlerine yansımaları olacaktır.

Hastalıkları maddi ve manevi olarak iki kategoriye ayırmak gerekirse; maddi olanı maneviyatı, manevi olanı da maddi hastalıkları tetiklemektedir. Mideyi ihmal etmek nasıl ki hastalık sebebi ise kalbi ve ruhu ihmal de hastalık sebebidir. 1939 yılında yazdığı bir makalede Nurettin Topçu, “İmansızlık, asrımızın hastalığıdır.” demiş. Yalnız o mu? Ondan çok evvel, eylem ve söylemiyle bu hakikati Bediüzzaman da söylemiş; bu uğurda dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır olduğunu ilan etmiş; imanın selameti için narda bile yanmayı göze almıştır. Doğru teşhis, doğru tedaviyi netice verir. Hipokrat, “Hastalık yoktur, hasta vardır.” demiş. Hâzık hekim, hastalıktan önce hasta üzerine yoğunlaşır.

İnsan bazen, anlattığı hikayedeki kahraman oluverir. Anlatırken bilmez bunu. Kader hükmünü vermiştir. Fakat o kahraman, kuvve-i maneviyesi nispetinde, dile getirdiği hikayelere, hamlarla hasların tefriki, elenmesi hadisesi olarak bakar.

Bir başkası da;

“Bir kara sevdaydı bizimkisi,
Öylesine.
Gözümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu.
Var mıydı ki daha ötesi?
Kalmış mıydı uğrunda verilesi?
Kalmış mıydı dünyada yer gidilesi?
Mal ise mal, ömür ise ömür, can ise ölesi.
Acıtmazdı, çekilirdi de dünyanın çilesi,
Gel gör ki, bizi sevdamızdan vurdular.
Bizimkisi bir Aişe meselesi,
Göklerden teyittir isteyesi.
Beklerken erim erim eriyesi.
Güzeller güzelinden bir işaret bekleyesi.
Gözlerde yaş kuruyana dek ağlayası.
‘Siz de mi’ deyip, Allah’a havale edilesi.
Kalbimizden değil, bizi sevdamızdan vurdular.
Bizimkisi bir Yusuf hikâyesi,
Yakup ki dizde fer kalmadı, gün gün bekleyesi.
Öz kardeşleri ki planlar kurup onu bitiresi.
Götürüp kuyuya atıp yalanlar uydurası.
Pazarlardır satılası, zindanlardır çilesi.
Bir ihanet, bir yalan, bir iftira, kolay mı sindirmesi?
Sırtımızdan değil, bizi sevdamızdan vurdular.
Bizimkisi bir Hüseyin ağıtnamesi.
Nedir Yezidlere boyun eğmesi?
Baş ise baş, hakikat yolunda veresi.
Zalime ve zulme Allah için direnesi.
O ki yürü demiş, haddine mi bitirmesi?
Biz değildi, asıl memleket millet meselesi.
Başımızdan değil, bizi sevdamızdan vurdular.
Bizimkisi Muhammet Mustafa vasiyetnamesi.
Şehbal açsın nam-ı celili Muhammedî,
Girsin gönüllere, bilsin bir kez de nur-u Ahmedi,
Dünyalar sizin olsun devletler sizin,
Sadme mi?
Hala anlaşılmadı mı?
Bu asker muhabbet fedaisi.
Davranın,
Davranın ki insanlığın son çaresi diyorken,
Bizi sevdamızdan vurdular.
Ama bitmedi, bitmeyecek bir muhabbet bestesi.
Kışlara inat, saracak her yeri bahar esintisi.
Efendiler Efendisinin müjdesi.
Kuran-ı Azimüşşan’ın ayeti kerimesi,
Resullerin Nebilerin izdüşümü neticesi,
‘Yolun kaderi’ diyor hakkın sesi.
Hikmet o ki;
Bizi sevdamızdan vurdular.” (Erhan Bozkurt) der.

Vuranlar düşünsün! Alîm ve Hakîm bir Zat, -haşa- bilmeden abes iş yapar mı?

Zafer kazanan hemen bütün kahramanların ortak yönleri vardır. Başta inanç, sıdk, ümit, sabır… Mesela, hürriyet mücadelesi veren Bediüzzaman, Gandi ve Mandela gibi şahsiyetlere baktığımız zaman, bu şeylerin onlarda zirvede olduğunu görürüz.

İkramı, ihsanı veren eli görüp de Elin Sahibini görmemek -en hafif ifadeyle- nankörlük değilse nedir?

Şefkat Nebi’si (as), cenneti anaların ayakları altına sermiş; Bediüzzaman da kadınları şefkat kahramanı ilan etmiştir. Kutsal Kitabımızda, Allah’ın (cc) ismini zikrettiği kadın-analara ne mutlu! Adını sureye veren, iffet abidesi bir anne: Hz. Meryem. Ve ona yakışır bir evlat: Hz. İsa (as). Demek kadın, Meryemce olunca Allah (cc), ona sağanak sağanak ilahi lütuflar sunar. Mesele, kesb-i liyakat meselesidir.

Geçmişte yaşanan tarihi hadiselerin bugünde izdüşümleri vardır. Ogün yaşanıp bitmiş değildir. Aynısı değilse bile mislisi yaşanır. Çünkü zaman, hatt-ı müstakim / düz bir hat üzerinde akıp gitmez. Devri daimdir. Dün Hudeybiye, bugün benzeri bir süreç. Umre için yola çıkanlar engellenmiş fakat iki sene sonra fetih gerçekleşmiştir. Aynı yolun yolcuları da bilmeliler ki, Hudeybiye’nin bugünkü izdüşümü, bir yenilgi değil müstakbelin zafer başlangıcıdır.

“Deme niçin şu şöyle,
Yerindedir ol öyle,
Bak sonunu seyreyle,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.)

Hicret, bir coğrafi değişiklikten öte pek çok manalar taşır. Mesela, masiyeti ve malayaniyatı terk etmek de bir anlamda hicrettir. Kalben dünyayı terk etmek de öyledir.

Darunnedve, cahiliye Mekke’sinde kurulmuş, görevini bitirmiş bir oluşum değildir. Bugün ona rahmet okutacak, şeytana pabucunu ters giydirecek öyle modern darunnedveler vardır ki. Fakat tedbire riayetle, onlara odaklanmak yerine kendi vazifesine odaklanmak daha akıllıca bir iştir.

Antik Çağ’dan günümüze; Asrı Saadet hariç tutulursa, zalimi ve zulmü olmayan bir devir yok gibidir. İsimleri değişse de her devrin ve her memleketin bir firavunu hep olagelmiştir. O firavunun da bir Musa’sı vardır.

Yük hafifledikçe, yolda yürüyüş kolaylaşır ve hız peyda eder. Muştu Nebi’si (as), Hz. Ebu Zerri Ğıfari’nin şahsında bize mesaj veriyor:

“"Yâ Ebâ Zer! Gemini yenile çünkü deniz derindir.
Azığını tam al, çünkü yol uzundur.
Yükünü hafif tut, çünkü geçit çok sarptır.
Amelini ihlaslı yap, çünkü gözetleyici, kalbin niyetine bakmaktadır."

Bugün alev dolu modern uhdudlar/çukurlar yok mu? Masa/makam, kasa/servet, nisâ/şehvet, öylesine cazibedar çukurlar ki, zayıfları içine çeker, Zünüvas gibi dinden-imandan eder. Oysa hakikat noktasında, dinden-imandan olan, onları ateşe atan zünüvas ve emsalleridir. Bu noktada, “Zulme rıza zulümdür.” dersini almış, samimi mümine/dindara yakışan tavır, zalim tarafında yer almamaktır. Elini, dilini kullanamasa da -en hafifinden- kalbiyle zalime buğz edebilmek...

Dünya durdukça anılacak, uhuvvet ve muhabbete en güzel örnek, muhacir ile ensar kardeşliğidir. Hiçbir beklentisi olmadan, her şeyini bölüşmek. Tek beklenti var: Rıza-i İlahi.

Mesela, Habil ile Kabil de kardeştiler. Fakat Kabil, rivayete göre kıskançlığa yenik düşmüş, yeryüzünde ilk kanı akıtmış, ilk cinayeti işlemiş ve Habil’i şehit etmiştir.

Vakit, nakittir. Zaman ya kaybettirir ya kazandırır. Nakdi ömür de öyle. Zamanın hakkını verirsek, o da haksızlık etmez bize. Harcarsak, o da bizi harcar. Zamanı değerli kılan, ona verdiğimiz değer ile onda yaptığımız değerli şeylerdir. Mesela, yaşadığı asrı Saadet Asrı yapan Nebi (as), kısa zamanda baki cennet meyveleri verecek fiilleri gerçekleştirmiştir. Vakit, geçiştirilecek bir süreç değildir. Ona kıymet veren, onu Yaratan’dır. Kullanma kılavuzunu da göndermiştir.

Şuhur-u selase: Mübarek üç aylar. Recep, Şaban ve Ramazan. İçinde ruhumuzu, kalbimizi aydınlatan kandiller.

Müminin miracı, namazdır. Rabb ile Habibi buluşturan andır.

Doğamıza/fıtratımıza dercedilen günaha meylin hemen yanı başında bu günahtan rücu meyli de konulmuştur. Her kişiyi Hızır bilmek kadar her geceyi de Kadir bilmek gerekir.

Vicdan şuurlu bir histir ki, günahtan hazer eder, sevaptan haz ve lezzet alır.

Kadri kıymet bilmezler için gecenin adı Kadir olmuş olmamış birdir.

“Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;
Yüreğin hisli mi, işkencedesin, talihe bak!” (Mehmet Akif)

Sebep olan yapan gibidir. Bir yanda Devşirmeler, öte yanca “Neme lazım”cılar koskoca bir cihan devletinin yıkılışına sebep oldular.

Bu satırları yazarken, mübarek üç aylara girmiştik. Nebevi (as) lisanla duamız, “Allahım! Bize Recep ve Şaban ayını mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” Duanın iki türlü olduğunu öğretmişlerdi: Fiili ve kavli. Birbirini tamamlayan iki dua. Mütemmim cüzler: Uhuvvet ve muhabbet misali. Toprağa tohum saçmak, sonra da Rahmet-i Sonsuz’a el açmak.

Hakiki beraberlik bedenlerin bir araya gelmesinden ziyade, kalplerin, ruhların, vicdanların içtima etmesidir. Ayrı tellerden çalan, ayrı dünyaların insanları camide de toplansa buna, hakiki manasıyla birlik beraberlik denemez. Belki yıllarca aynı safta namaz kılıp da birbirini selam alıp-vermeden öte tanımayan insanlar vardır. Tanımak, bilmek sırf cismaniyete dönük bir kavram olmasa gerektir. Yol yolculukta, musallada sorulan “Nasıl bilirsiniz?” suali, işte böyle bir tanımaya işaret eder.

Gökyüzü ve yeryüzü meşherinde, gözlerimize ve gönüllerimize hitap eden, İlahi boya ve fırçalarla çizilen öylesine muhteşem, müzeyyen ve münakkaş tablolar vardır ki, onların benzerini dünyanın ünlü sanat galerilerinde bile göremeyiz. Mesela, gül kurusu akşamlar, tüllenen mağrib, mehtaplı geceler, yıldızlı koyu karanlıklar…

Şov asrının ve şov toplumunun bireyleri, Allah’ın (cc) boyasını beğenmeyip, cep dolusu paralarla kimyasal boyalar almakta, yüzlerine çalmaktadır. Ya da estetik cerrahların bıçağı altına uzanıp, muvakkaten güzel görünmek uğruna kendine eza-cefa etmektedir.

Kâmil odur ki, koya dünyada eser; eseri olmayanın yerinde yeller eser.” demiş bir Hak Dostu. Anneler bu manada, dünyaya eser bırakan müstesna insanlardır. Başta Peygamberler olmak üzere, sair büyük insanların anneleri olmak, kıyamete kadar hayır duasıyla anılmaktır.

Büyük insanlar, hep derse kendilerinden başlarlar: Bil Ey Nefsim! Yunus da ilmi, “kendin bilmek” olarak vasıflandırmıştır. Değilse, “Ha kuruca emektir.” Başkalarına ders vermek kolaydır. Asıl zor olan, kendi nefsine seslenebilmek, kendine ders verebilmektir. Rahmet Nebi’si (as) de büyük cihadı insanın kendisiyle yaptığı cihat olarak tarif etmiştir. Kitabında kendine seslenen yazarı da bu noktada tebrik ve takdir etmek lazımdır. Zira günümüzde pek çoğumuz, kendini hariç tutarak seslenir.

Büyük işler küçücük hayallerle başlar.

Kiminin derdi dünyadır, dünya kadar derdi vardır. Kimi dünyayı kuşatacak, kurtaracak hayaller kurar. Hayallerin hakikate dönüşmesi, zamana ve emeğe vabestedir. Şayet muhalif bir rüzgâr esmez ise, kavli dua ile fiili dua bir aya getirilir, hayal hakikat olur.

Ezcümle; Yitik Zaman Sözleri kitabı, tefekkür, tezekkür, yakarış ve muştular kitabı olmakla tebrik ve takdire şayandır. Okuyucusuna bu manalarda pencereler açıyor. Kendini sorgulatıyor, muhasebe yapmasına vesile oluyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.