Çözümde Usûl ve Esas Meselesi

Usûl ve esas, birbirini tamamlayan iki önemli kavram ve bir hukuk ilkesidir. 1926 yılına kadar ülkemizde de yürürlükte kalan ve Osmanlı Medeni Hukuku Mecelle’nin önemli bir kuralı şudur: Usûl, esasa mukaddemdir. Yani izlenen yol-yöntem, esas hedeften önce gelir. Bu kural, toplumsal hayatın her sahasında geçerlidir.

Bediüzzaman, içinde yaşadığı asrı ve gidişatın istikbalde alacağı vaziyeti tam bir vukufiyetle okurken, yalnızca bir veçhesine / yönüne değil, bütün boyutlarıyla (maddi manevi) her veçhesine nazar etmiştir. Çözüm için reçeteyi de her veçheyi, usûl ve esası nazara alarak sunmuştur. Onun için Risale-i Nurların merkezî noktasında (insanın hem dünyasını hem ahiretini ilgilendiren) tahkiki iman olmakla beraber, medenî bir varlık olarak insanın içtiamî/ toplumsal hayatının her alanını ilgilendiren sair konuları da ele almıştır. Onun için sadece ilahiyatçılar değil, edibler dahil diğer meslek sahipleri kendileriyle ilgili konuları Risale-i Nurlardan bulup yararlanabilirler.

Mesela, asrın, hürriyet ve ittifaklar yüzyılı olacağını söylemekle iki önemli özelliğe dikkat çekmiştir: 1.Hürriyet, 2.İttifak. İttifakı; meşveret ve ortak akıl, şahsı maneviler ve ortaklıklar olarak da okuyabiliriz. Bu isabetli tespit bize şöyle diyerek ikaz ediyor: Bugün yaşadığınız sorunlara, kuşatıcı bir yaklaşımla, maddiyatı ve maneviyatı nazara alarak, hür bir ortamda ortak akılla çözüm bulunuz! Çağımız, “rey-i vahid” denilen tek görüşün geçerli olmadığı bir asırdır. Bunu göz ardı edenler yahut aksi yol izleyenler meselelere çözüm bulmakta hayli zorlanırlar, hatta “çözümsüzlük girdabına” düşebilirler.

Mesela, bizim coğrafyamızın birlikteliği olan ittihad-ı İslâm, hürriyet, insanın dünyevi mutluluğunu temin eden adalet, yanlış yapmaktan men eden meşveret (ortak akıl, meclis), meşrutiyet-i meşrua (demokrasi ve demokratlık), hukukun üstünlüğü, kanun hakimiyeti, insan haklarına riayet, sulh-u umumi / dünya barışı… gibi insanlığı ilgilendiren çok önemli meselelere ciddi anlamda vurgu yapmış, Cemil Meriç’in “deli gömlekleri” dediği materyalist –izm’li akımlara dikkat çekerek sakındırmıştır.

Mesela, dahilde kurulacak (siyasi ve iktisadi veya içtimai) beşerî sistemde, “nizamın muvazeneye tabi olması” meselesinde denge ve ölçüye dikkat çekmiştir. Diğer dikkat çektiği önemli bir husus da Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini mukayese ederek, tesis edilecek sistemin Batının menfi /olumsuz esasları üzerine bina edilmemesi konusudur. Zira menfi / olumsuz esasların neticesi de olumsuz olacaktır.

Mesela, şu anda kamuoyunu en fazla -haklı olarak- meşgul eden şey ekonomik meselelerdir. Zira der-i maişet ve fakr u zaruret hali, insanın maddi hayatına etki ettiği gibi manevi hayatına da tesir etmektedir. İnancı ne olursa olsun her insan dünya hayatını huzur ve mutluluk içinde geçirmek ister. Dinlerin, ideolojik akımların ve felsefi öğretilerin mutluluk ve huzur tanımları ve çözüme dair reçeteleri farklı farklıdır. Kimi sadece maddiyatla cismanî/bedenî, kimi sadece maneviyatla ruhanî, kimisi ikisinin birlikteliği ile beraber mutlu ve huzurlu olunacağını savunur. Hatta bu konuları tespit amacıyla, maddi-manevi kriterleriyle ülkelerin gelişmişlik seviyeleri ve mutluluk indeksleri oluşturulmuş, ülkelere not sıralaması verilmiştir. Üzülerek ifade edeyim ki, bu indeks çalışmalarının son sıralarında İslâm ülkelerinin olması dünyamız adına hicap duyulacak bir haldir. Mesela, ABD’de “İslamicity Vakfı” tarafından her yıl (İnsani ve Siyasi Haklar, Ekonomi, Hukuk ve Yönetim ve Uluslararası İlişkiler olmak üzere dört ana dalda) yapılan İslamîlik İndeksin de bile ilk 40’da yokuz. Ve yine BM ve değişik uluslararası kuruluşlar, dünyanın en mutlu ülkelerini gösteren (kişi başına düşen gelir, ortalama hayat süresi, sosyal destek, hürriyet, cömertlik ve yolsuzluk algısı faktörlerinin yer aldığı), şahsi ve toplumsal manada Mutluluk Endeksi raporlarında da üzülerek ifade edelim ki, İslâm ülkeleri çok gerilerde. Bunlar bizim dünyamızın acı gerçekleri. Elbette ekonomik refah, tanım ve işlev olarak bireysel ve toplumsal manada tek başına mutluluk ve huzur göstergesi değildir. İktisadî refahın yanı başında, milletin huzur ve mutluluğu için, yukarıda adı geçen başka tamamlayıcı faktörlerin de mutlaka var olması gerekir.

“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

(10.Söz, Bediüzzaman)

İnsan fıtratına ve iktisadi hayatta meşru gayrı meşru ayrımına çok dikkat etmeyen Sekülerizm ve Materyalizmin aksine, Bediüzzaman’ın mutluluk formülünün temelinde, iman meselesi vardır. Üstelik bu mutluluk, sadece dünyaya münhasır değildir. Hem maddi hem manevi hem dünyevî hem ebede uzanan uhrevî (iki dünya) mutluluğu kuşatır. İnsanda her bir organının bir vazifesi (ve gıdası) olduğu gibi her bir duygunun da bir vazifesi vardır. Mesela, uhuvvet/kardeşlik ve muhabbet/sevgi duygusunu mutluluk vesilesi yapmak için şu iki duygunun yerli yerinde -amacına uygun- kullanılması gerekir.

Sözün özü, problemimiz, inanç konusunda teori ile pratik arasındaki yaşadığımız paradoks/çelişki ve oksimoron / zıtlık halidir. Ya doğru İslâm’ı algılayamıyoruz veya İslâm’a layık doğruluğu izharda/fiilen göstermede kusurlarımızla beraber çözümde usûl ve esas hatalarımız var ki, çok yönlü sorunlarla boğuşup duruyoruz.

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.