Raşit Duran
Kuzey Işıkları, “İnebolu Nur Kahramanları” - Takriz
Yazılarıyla her daim gönlümüzün bam teline dokunan gönül insanı, gönül dostu, ehli hakikat bir kalem erbabı olan Mustafa Oral’ın, HİÇBİŞEY Yayınlarında çıkan “Kuzey Işıkları, İnebolu Nur Kahramanları” kitabı, bir kahramanlar resmî geçididir. Her bir kahraman önümüzden geçerken biz, onları kahraman yapan söylem ve eylemlerine gıptayla göz atacak, ders ve ibret alacağız.
Kahramanlık; yürek ve bilek ister. Yanlış anlaşılmasın, yürek ve bilekten kastım, kavga değildir. Hem “muhabbet fedaileri” taraftarıyım hem barıştan ve sulhtan yanayım hem de “Barış daha hayırlıdır!” (Ayet) hakikatine inananlardanım.
Tarihe damgasını vurmuş, derin ve silinmez izler bırakmış kahramanları görmek ve hatta onlarla hemhal olmak da ayrıcalık olsa gerektir. Hatta böyle biri, bununla iftihar bile edebilir. Hakkıdır.
İnsanların hayatında milatlar vardır. Yeni bir tarihin, yeni bir hayatın başlangıç noktası ya da zaman dilimidir milat. Mustafa Oral’ın da miladı, 1996’dır. 1900’lü yılların son demleri, miladın Milenyuma dönüşeceği senelere komşu yıllardır. Belli ki birilerini aramaktadır. “Arayan bulur” düsturunu kendine kılavuz kaptan yapmış, “Vira Bismillah” deyip İnebolu’ya sefer düzenlemiştir.
İnebolu; Anadolu’nun Millî Mücadele’sinde çok önemli bir noktadır. Pek çok kahraman, hürriyet ve bağımsızlık savaşına katılmak için oradan yola çıkmıştır. İstanbul’dan gelen hem silah hem insan sevkiyatı oradan yapılmıştır Anadolu’ya. Yunanlılar tarafından işgal edilse de İnebolu Kahramanları onları Karadeniz’e dökmesini bilmişlerdir.
**
“Yerin kulağı vardır.” derler. Mehmet isimli bir bekri nereden duymuş ise “Kastamonu’ya bir büyük Zât sürgün gelmiş.” der. Acı tatlı fark etmez, haber tez yayılır. İleride İnebolu Nur Kahramanı olacaklar soluğu orada alırlar. Halka yapılacak iman hizmetinin şekli çoktan değişmiştir. Aslında bu metot, her hizmet için geçerli olan bir metottur: şiddetten arınarak hak ve hakikati anlatmak! Yani müspet hareket ve kavl-i leyyin/tatlı, yumuşak söz. Müstakbel kahramanların akıllarına yatar, İnebolu’ya, bu duygu düşünceyle dönerler. Çağın yeni ve etkili yöntemi, kalemdir. Yani elmas kılıç. Öyledir ama devir de her konuda bilhassa iman konusunda kalem oynatmaya pek müsait değildir. Buluttan, rüzgârdan, kelimeden, isimden nem kapanlar pek çoktur. Dönem de ülke de mayınlı tarla gibidir. Dikkatli basmak gerekir. Henüz çok partili siyasal hayat başlamış değildir. Demokrasi denen çocuğun doğum sancıları yaşanmaktadır.
“Umur-u hayriyenin muzır manileri çoktur.” demiş, Kastamonu’ya gelmiş olan Büyük Zat. Her devrin firavun meşrep Molla Kasımları vardır. Dipsiz kuyu gibidirler. Yutarlar. Düşman bellediklerini halletmek için kullandıkları yöntem, mahkemeler, hapishaneler, zindanlar ve sürgündür. Fakat yine de tatmin olmazlar. Onları tatmin edecek tek şey vardır: Hasımlarının defterini dürmek! Yani idam. İşte kahramanların kahramanlığı tam da bu noktada ortaya çıkar. Zalimin yüzüne karşı merdane, “Yaşasın zalimler için cehennem!” diyebilmek. Yürek ve bilekten kastım da buydu.
**
Hz. Peygamber (as) sahabesini gökteki yıldızlara benzetmiş. Nur kahramanları da gökteki yıldızların yerdeki izdüşümleri, gökteki yıldızlara bedel yerdeki yıldızlardır.
Çelebi Hanedanı; ismiyle müsemma bir ailedir. Çelebi sözcüğü güzel anlamlar içerir. Çelebi; beyefendi, terbiyeli, bilgili, görgülü, ince ruhlu, olgun insan demektir. Bektaşi ve Mevlevilerin ulularına ve pirlerine de Çelebi denir. Özel, güzel bir isim ve unvandır. Aile köklü ve çelebi olunca ötesi sorulmaz. “Aşk deyince ötesini arama” dendiği gibi. İyi bir eğitim ve aile terbiyesi, güçlü bir bellek, kendine ve işine özen gösterme hususları, hizmet erleri ve kahramanlar için olmazsa olmazdır.
Çelebi Nazif’in miladı, bu bekriden duyduğu haber ile başlar. 19’unda Sultanı görmüş, resmini kalbine nakşetmiştir. Nakşın işlenmesinden sonra aradan 30 koca yıl geçer. Bu arada, mehdi beklerler, hazırlık yaparlar: at ve kılıç. Oysa atın da kılıcın da kullanım süresi çoktan bitmiştir. Onları uyaracak, “Kılıcı kınına sokun!” “Dahilde kılıç çekilmez!” diyecek bir uyarıcıya ihtiyaçları vardır. Sabırla beklerler. Kimdir bu Uyarıcı Üstad? “Âşıka Bağdat yakındır” derler. Kastamonu ne ki. Sabah ola, hayrola. Sevgilisine kavuşmak hayaliyle sabahı zor eder. Bir saat bir gün gibidir. Vuslat âşıkların birbirine sarılması ile gerçekleşir. Talebe, talep ettiğini bulmuş, mürşidine kavuşmuştur. Çelebiler Hanedanı “Hizmet Hanedanı” olmuştur. Baba, oğul, torun, dede…
**
Bazı şehirlerin hapishaneleri ünlüdür. Ankara Ulucanlar gibi. İstanbul, Diyarbakır, Sinop hapishaneleri türkülere, şarkılara, ağıtlara konu olmuş meşhurların kaldığı meşhur yerlerdir. Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevinde 1933’de yazdığı Aldırma Gönül isimli şiiri meşhurdur:
“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül aldırma,
Ağladın duyulmasın,
Aldırma gönül aldırma.”
Davasının haklı ve hakikatli olduğunu bilen dava insanları, asla boyun eğmezler. Bu hususta din, felsefe, ideoloji fark etmez. Mesele; davanın hak, kendisinin haklı olduğuna inanmaktır. İnebolu’nun Nur Kahramanları, Kuzey Işıkları da işte bu inançla yola çıkmışlardır. Önce inanmak, sonra inanmak, sonra yine inanmak. Kur’an der: “Eğer inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Ayet)
Bu yolda önlerine ilk dikilen çıkan heyula, idamdır. O der: “Asılacaksınız!” Sanki bunu söyleyenler ebedi kalacaklarmış gibi. Tevehhüm-ü ebediyet tuzağı.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Hadis) Hem burada hem ötede. Zaman göreceli, mekân fizikseldir. Bazen görmek için göze, işitmek için kulağa, sultanlık için de tâca ve tahta ihtiyaç bile duymayanlar vardır. Gönüllere taht kuranların başka tahta ihtiyacı yoktur. Sultanla buluşmak için zamana ve mekâna ne hacet! Her dem onlar bir ve beraberdirler.
Takdir ayrıdır, tedbir ayrı. İnsana düşen tedbirini almaktır. Taşınan yük, kırılacak yumurta mesabesinde ise, fincancı katırlarını ürkütmemek icap eder. İmanî hizmetler buna benzer. İman deyince kıblesi şaşan güçler, her devirde, bununla ilgili hizmetlerin önünü kesmek için ellerinden ne gelirse yapmışlardır. Sağ sol onlar için fark etmez. Çıkarlarına ters düşüyorsa, sağ da sol da onlar için tehlikelidir. Onların tek dini vardır: Menfaat. Ona dokunmayana dost, dil ve el uzatana düşmandırlar. Kuzey Işıkları İnebolu Nur Kahramanları, aslında onların çıkarına dil de el de uzatmamışlardır. Fakat tahakkümcü düzen sahipleri, böyle kahramanların varlığından hiç hoşlanmazlar. Halk uyanırsa, düzenlerinin sarsılacağından korkarlar. “Dahilde kılıç çekilmez” düsturu ile masum halkın zarar görmemesi konusunda kılı kırk yaran nur kahramanlarına mukabil ceberut güçler, kitaptan ve mektuptan korkarlar. Kâğıt ve kaleme düşmandırlar. Moğollar gibi. Moğollar da istila ettikleri her yerde kütüphane ve kitapları imha ederlermiş ya.
Bir şey gücünü, bitmez tükenmez bir kaynaktan alırsa; meselâ, enerjisini Ezelî Güneş’ten alan kandil veya lamba hiç söner mi? Yahut söndürülebilir mi? “Güneş üflemekle sönmez.” “Gözünü kapayan –başkasına değil- kendine gece yapar.” Nur Kahramanları da gücünü belli ki bir Şems-i Ezeli’den almaktadır. Devlet de bir güçtür. Ancak, milletin can ve mal emniyetini korumakla, kamunun hizmetlerini yapmakla görevli organize güç, bir şahs-ı manevi, bir tüzel kişiliktir. Adaletli olmak zorundadır. Hz. Ali’ye (ra) atfedilen bir söz vardır: “Devletin dini adalettir.” Devlet, kendine vatandaşlık bağı ile bağlı hiçbir vatandaşına inancı, etnik kökeni ve düşüncesinin farklı olmasından dolayı üvey evlat muamelesi yapamaz.
Bir delinin (Hitler) Polonya’ya saldırmasıyla, insanlık tarihinin en büyük ve en kanlı İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) patlak vermiş, 50 milyona yakın insan yerinden yurdundan, canından ve malından olmuşlardır. Savaş, masum olanı olmayanı ayırmaz. Bela ve musibetler de öyledir. “Barış daha hayırlıdır” (Ayet) sözünün kıymeti herhalde şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Büyük dairede sulh-u umuminin yani dünya barışının tesisi, ancak “muhabbet fedaileri” eliyle tesis edilecektir. Menfaate kilitlenmiş ittifaklardan dünya barışı değil, olsa olsa dünya harbi çıkar.
Kutsalın siyasete malzeme yapılması hiçbir devirde ve dönemde olumlu netice vermemiştir. Bu, kutsalın kendinden değil, onu, alet olarak kullananın kötü niyetinden kaynaklanmaktadır. Ve en büyük zararı da kutsalın kendisi görmektedir. Yalan ve iftira da iki tarafa zarar veren iki ucu zehirli bir oktur. Yalanı, inancının zıttı gören bir Müslüman, felsefe şakirdi, ideoloji tilmizi buna tenezzül etmez. Kuzey Işıkları da aynen öyledirler. Hatta Ankara’da baskına uğrayan Selahaddin isimli bir nur kahramanının odasında arama yaparlar. Bir şey bulamazlar ya da göremezler. O da “Aradığınız nedir, söyleyin size yardımcı olayım” der. Aradıkları kitapların isimlerini söyleyince, dolaptaki kitapları çıkarır ellerine verir. Kitaptan korkacak ne var! Tutanağa “Kendi göstermesi üzerine kitaplar bulunmuştur.” yazılır. İki gün iki gece nezarette kalır. Sıdk yani doğruluk, onların, muhabbet fedailerinin şaşmaz ve şaşırtmaz parolasıdır!
Devleti kendi sanan ya da devlet ile kendini özdeş gören insancıklar vardır. Kimi kral (14. Lui gibi), kimi devlet başkanı, kimi validir. Eski-yeni her ülke ve devlette bulunur böyleleri. Sözlerinden tanırsınız onları: “Bu ülkeye ne gelecekse onu da biz getiririz” derler hep. Tek tipçi ideolojinin neferidirler. Farklı seslerden hoşlanmazlar. Muhalife, muarıza ve muhalefete hiç tahammülleri yoktur. Meselâ, Selahaddin şehrin valisine, Üstad’tan ve eserlerinden bahseder. Eserlerin hiç birisinde devlet ve millet aleyhine hiçbir şey olmadığını, tamamen iman ile ilgili olduğunu söyleyince Vali sinirlenir: “Madem imanla ilgili diyorsun, o halde mahkemeye çıkacaksın!” der. Vali hızını alamaz, Selahaddin’in Üstadını da makamına çağırır. Maksadı, başına zorla eski bir kasketi geçirmektir. Devlettir ama gücü yetmez. Karşısında değil vali, dünyaya beş paralık ehemmiyet vermeyen bir Zat vardır. Bediüzzaman, kapı önünde bekleyen Selahaddin’e “Korkma, korkma!” diyerek oradan ayrılır. Evet, Hitler gibi bir deliler, “Korku, itaatin ilk şartıdır.” dese de “Korkmamak da kahramanlığın ilk şartıdır.”
Selahaddin bir vesileyle Ankara’ya Diyanet İşleri Başkanlığına gider. Başkandan, bir vatandaş olarak risalelerin neşredilmesini talep eder. Cevap, tek tipçilerin, 1950’ye iki kala tipik zihniyetini ele verir: “Diyanet Riyaseti, Kuran ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez!” Yani, kapılar sürmeli!
Hizmetleriyle anılan şehirler olduğu gibi felaketleriyle anılan şehirler de vardır. Meselâ, Sodom ve Gomore: günahkârlar kentidir. Hikâyesi de ibretliktir. Kuzey Işıkları ve kahramanlarının, imanla ilgili hizmetlerinden dolayı yattıkları hapishaneler, yargılandıkları mahkemeler ve şehirler vardır. Denizli şehri ki, “Kahramanlar Ocağı” olarak isimlendirilmiş bir yerdir. Denizli Cezaevi yeni yapılmıştır ve yeni misafirlerini ağırlamaya hazırlanmaktadır. Şimdi bile onlara dair hüzünlü hikâyeler, ibretlik hatıralar anlatılır. Yaşadığımız hürriyet asrında benzeri olaylar artık tekerrür etmiyor desek, doğru söylemiş olmayız.
“Ben muallim olarak gönderildim.” (Hadis)
“İnsanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür.” (Bediüzzaman)
Kuzey Işıkları, hapishaneyi eğitim yuvasına çeviren bir kahramanlar ordusudur. Ferman padişahınsa Yusufiye Medresesi onlarındır. Vakit nakittir; zaman, boşa harcanmayacak kadar kıymetlidir. İyi olacak hastanın, doktor ayağına gelirmiş. Efe edalı Beylerbeyili Süleyman da iyi olacak bu hastalar listesindedir. İyileşme süreci, gördüğü rüya ile başlar. Rüya deyip geçmeyin. İşaret fişeği gibidir. Göreni, uyarır ve uyandırır. Dersler başlar; fidanlar filizlenir, çiçek, yaprak derken meyveye durur. Hayret ki ne hayret! 4 adam katili Mehmet hatmini tamamlamış; imamlık bile yapmaya başlarmıştır. Tavuk keser gibi insan kesenler, bit, pire, sivrisinekleri öldürürken bile izin isteyecek hale gelirler. Bu hale şapka çıkartılmaz, selam durulmaz da ne yapılır?
Esaret ve esirlik, fizikseldir; mekânla ilişkilidir. Hangi güç insanın ruhuna, kalbine, vicdanına, duygu ve düşüncesine kelepçe takabilir ya da pranga vurabilir? Hiçbir güç. “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Bediüzzaman) Bu sözü söyleyen, yaşadığını söylemiş ve söylediğini de yaşamıştır. Denizli hapsinde ilginç bir olay yaşanır: “Müdürden habersiz, Bediüzzaman hapisten çıkıp her sabah camiye namaza gidiyormuş” denir. Önlemler arttırılır. Oysa Üstad zehirlenmiş; yerinden kalkacak halde değildir. Hücreye naklederler ki, bir daha camiye gitmesin!
Denizli’de, on iki mahkemenin sonucu beraattır. Yaşasın adalet! Var olsun hürriyet! Demek sistem, tek ses dışındaki seslere izin vermese de cesur yürekli yargıçlar da varmış. Bu tıpkı, 18. yüzyılda, Almanya’da bir değirmencinin, kralın haksız isteği karşısında krala, “Berlin’de hâkimler var!” demesi gibidir.
**
Kahramanların her hali kahramancadır. Vefa, onların ayrılmaz parçasıdır. O kadar ki, yemek yedikleri tahta kaşığa, üzerinde zikir ettikleri ağaca bile vefalıdırlar. Atıp yenisini almazlar. Dost; vefa, sadakat demektir. Hele bu dostluk çeyrek asrı geride bırakmış ise. Zamanın eskitemediği dostluklar şimdilerde az da olsa vardır, diye düşünüyorum.
Baba-oğul olarak tarihe mal olmuş insanlar vardır. Kuzey Işıkları, İnebolu Nur Kahramanları kitabında, Küçük Asya Anadolu’nun o günkü sosyal ve siyasal manzarası anlatılmakla beraber, hizmet erleri baba ve oğulları arasında ufak tefek sorunlar yaşansa da el ele, omuz omuza vererek nasıl hizmete koştukları anlatılır. Kitapta anlatılan kişiler ve yaşadıkları olaylar, iman hizmetinin neferleri için bir yol haritası niteliğindedir. Kahramanların hayatını anlatmak o kadar zordur ki. Fakat onlara olan vefa borcumuzu ödemek için bunların, gelecek kuşaklara anlatılması lazımdır.
Doğduğu şehir veya beldeyle anılan âlim, şair, kahraman insanlar vardır. Bu hem onların hem beldelerinin şeref vesilesidir. İnebolu Fakazlı köyünün bahtiyar çocuğu İbrahim Fakazlı, Nakşi bir babanın oğludur. Tevellüdü 1912, nakd-i ömrü 91 yıldır. İhtiyat askeri olarak vatani görevini yaparken, rüyasında ona, Bediüzzaman gösterilir. Kastamonu’da tam karşısında karakolun bulunduğu evde ziyaret eder. Rüyasındaki Zât tam da budur. Sultanını bulmuştur Fakazlı. Artık sırtı yere gelmeyecektir. 9 ay Denizli, 6 ay Afyon hapsi ne ki. Bunlar, bileğe takılan kelepçe değil boyna takılan şeref madalyalarıdır bu kahramanlar için. Böyle devir ve dönemlerde hep “emir yüksekten” gelmiştir. Dönemin takip, baskı ve baskınından Fakazlı da nasibini almış, bir Ramazan sabahı evini, o da yetmemiş dükkânını aramışlardır. Aradıkları tek şey vardır: Risaleler. Çağın Kur’an tefsirini okumak büyük suçtur(!) Karakolda sorgu, dayak, tehdit, hakaret hepsi vardır. 3 ay da içerde kalmak cabası. Biri “dünya” der vurur, diğeri “din-iman” der ağlar.
Kara propaganda her devrin, özellikle tekçi zihniyetin güçlü silahıdır. Medya, ajanlar, nura muhalif ve muarız olanlar ve ayaklı gazeteler kullanışlı aparatlarıdır. Halkın arasına sızarlar; “haktan ve halktan yana” görünerek, kahramanlar hakkında yalan ve iftira zehirlerini zerk ederler. “Ocu, şucu, bucu, hûcu...” Etiketleri boldur. Yüreklere korku salarlar ki, kimse onlarla irtibat kurmasın.
Kara propagandanın sonuç verdiği müessif bir olay, İnebolu’nun Gemiciler (Evrenye) köyünde yaşanır. Köye, risalelere muhalif İstanbullu bir Hoca gelir. İlk işi fitne ateşini yakmaktır. Kara propaganda ve akıttıkları zehir sonuç vermiş; Risalelerden uzaklaşan bir grup köylü öfkesine yenik düşmüş ve kitapları köy meydanında yakmışlardır. Tıpkı Moğollar gibi. Sanki kitapları yakınca gerçekler de yanıp kül olacakmış gibi. Bir süre sonra köyde yangın çıkmış; bir kişi hariç, o gün kitapları yakanların hepsinin evleri yanmış; köy baştan başa harabe haline gelmiştir. Üstelik yanı başlarında deniz olmasına rağmen.
Denizli hapsinde de aynı kahraman ses: “İbrahim korkma!” Yüzüne kan, vücuduna can gelir Fakazlı’nın. Korkma diyen kişi, korku nedir bilmeyen Bediüzzaman’dır. Korkma, diyorsa korkulacak bir şey yok demektir. Elbette bir kahraman, başka kahramanın sözüne itimat eder.
1946 yılı, ülkede bir şeylerin değişmekte olduğunun işaretini verir. Yeni bir siyasal parti (DP) kurulmuştur. Üstündeki baskılardan bunalan halk, yeni partiye teveccüh göstermiştir. Fakat bu teveccüh, şimşekleri üzerlerine çekmesine sebep olmuştur. Tek adam, tek ses, tek parti; ortak istemezler. “Ada sahillerinde bekliyorum.” şarkısından bile korkanlar, okunmasını bile yasaklamıştır. Şaka gibi değil mi? Ama değil. Dünyada benzeri devirler ve dönemler çokça yaşanmıştır. Fakat zaferi, her zaman korkanlar değil; korkuya meydan okuyanlar kazanmıştır. Çünkü zalimler korkak olurlar; kahramanlar ise cesur. Zafer de korkakların değil; kahramanların hakkıdır.
**
Mayasında kahramanlık olanlar, kahramanların himayesinde büyürler. Dostu ve komşusu Çelebi’nin gölgesinde yetişen Mırmır İbrahim de kahramanlar kervanına katılacaktır. Yıl 1943. Mırmır da 12 arkadaşıyla Denizli Yusufiye Medresesine tahsile gider. Emin ve emniyet insanı olan bu kahramanlar, hapishane görevlilerine bile güven vermiş olmalılar ki Mırmır, bir gün bakkala gider. Bakkal sahibi ona çıkışır. Üzgün bir halde koğuşa döner; o dua eder, arkadaşları âmin der. Kaderin cilvesine bakın ki, bir gün sonra bakkal da bir kavgaya karışmış olmaktan dolayı Mırmır’ların koğuşuna katılır. Mırmır İbrahim, dünyada son noktayı, 1977 senesinde Mekke’de koyar ve Cennet’ül Mualla’ya emanet bırakılır.
Gül; Habibullah’ın (as) simgesidir. Gül ile anılmak ne güzel! İsim müsemma ilişkisi. Semerci iken Gülcü Hüseyin olur. Hatta Denizli mahkemesinin beraat kararına, “Hüseyin Kuru (Gülcü)” şeklinde yazılır ki, Üstad’ının verdiği “Gülcü” ismi resmi kayıtlara geçmiş olur. Gül bahçesinin sahibi Gülcü Hüseyin, gül alır, gül satar. Mayasında kahramanlık vardır; yeter ki, ustasına düşsün. Kendi nefsiyle yaka paça olan bir pehlivandır Gülcü Hüseyin. Manevi gel-gitler yaşar. Vatani görev için 1930’da Payitaht’a gelir. İstanbul, eski İstanbul değildir artık. Herkes dünya der, başka bir şey demez olmuştur. Gülcü’nün derdi ise dünyadan yakasını kurtarmaktır. Dua dua yalvarmış, güzel bir başlangıç için güzel bir rüya görmüştür: “Peşimden gel!” Rüya da biter askerlik de. İnebolu’ya, kahramanların arasına döner. 30’lu yıllar kutsalın yasak olduğu yıllardır. Herkes gibi o da bu yasakçı zihniyetin zulmünden nasibi alır. Diğer güllerle beraber Denizli Yusufiye Medresesinde eğitime gelir. Hapishane, onlarla gül bahçesine döner. İyiler her yerde iyilik tohumu ekerler. Ve her tohum, kendi meyvesini verirmiş. Gülcü, Denizli hapsinden kurtulsa da takipten kurtulamaz. Peşine, kraldan daha kralcı üç casus adam takarlar. Birisi dükkân komşusu, diğeri bir ayyaş, üçüncüsü bir yalancı ve müfteridir. Görevleri, tetikçilik ve Gülcü hakkında yalan uydurmaktır. Tekçi düzende böylesi tipleri bulmak hiç de zor değildir. Fakat akıbete bakmak gerekir. Birisinin dükkânı yanar, öteki meyhanede kafa çekerken ölür, üçüncüsü avlayayım derken avlanır; iki yıl hapse mahkûm olur. İnsan bazen niyetinin aksiyle tokat yermiş.
İzzet; büyüklük, ululuk, yükseklik demektir. İzzet-i nefs, insanlık onurudur. İzzet, erdemli ve değerli olmanın bir diğer adıdır. Dünya sarayının aziz ve izzetli misafiri insanın ismi değil (isim de önemlidir ama adına yakışır) kendisi izzetli olmalıdır. İzzet ile zillet, birbirine zıt iki kavramdır. İzzet, zilleti kaldırmaz.
Telyeli İzzet derler ama biz, Elmacı İzzet de desek yakışır. Elma satan bir elmastır. Derviş meşrep, köyde yaşayan bir adamdır. Kafa gözünden ziyade kalp gözü inkişaf etmiştir. Hisleri de inkişaf etmiş bir murakabe ehlidir. İnsanlar bazen eylemleriyle bazen söylemleriyle şöhret-şiar olmuşlardır. Gülcü Hüseyin gibi. İlginçtir; bir sırrı bir gün ifşa etmiş, damara dokunsa gerektir ki, iki jandarma Elması götürmüşler; iki saat kömür dolabında hapsetmişlerdir. Elmas ile kömür aynı yerdedir. Ebu Bekirler (ra) ile Ebu Cehiller gibi. Biri Sıddıkiyet tahtında oturur; diğeri cehalet sandalyesinde. Biri Musa’dır; diğeri Firavun. Telyeli İzzet, bir çocuğun anne karnında kaldığı müddet kadar Üstad’ı ile Denizli Yusufiye Medresesinde eğitime katılır. Tahsil müddeti biter; icazetini alır ve köyüne döner. Çıkmadan önce beraat edeceklerini rüyasında görmüş; arkadaşlarıyla bunu paylaşmış, bu paylaşım haberi de hapishane müdürünün kulağına ulaşmıştır. Tekçi düzende rüyayı anlatmak da müjde vermek de suçtur. Haberin kaynağı İzzet Durgut’tur. Hemen sorguya alırlar. Yöntem belli: Dayak ve işkence. Fakat sonuç değişmez: Beraat! Hizmete harcanan 64 yıllık ömür sermayesi tükenince, İstanbul Feriköy’de son nokta konmuş; Sonsuzluk Yurdu’na göçmüştür.
Ziya ışık demektir. Ziyayı zayi etmemek gerekir. Bir yerde ziya, ışık yoksa orada karanlık vardır. Karanlıkları aydınlatan da bir demet ışıktır. Dünyamızın ışık kaynağı, ziyası güneştir yani şems. Onun da kaynağı Şems-i Ezeli’dir (cc). İnebolu Nur Kahramanı Ziya Dilek de çelebi bir insandır. Güzel yazan, güzel okuyan, güzelden anlayan bir insandır. Kutsalın dışlandığı 30’lu yıllar... İnsanda yasağa karşı bir merak olduğunu söylerler. Merak da ilmin hocasıdır. Üç beş arkadaş bir araya gelirler; eski kitapları karıştırırlar, gidişata bir anlam vermeye çalışırlar. Kastamonu’ya bir Kahraman Hoca’nın geldiği söylentisini onlar da duyar. Bir meraktır alır Ziya’yı. Merakı gidermenin tek yolu, bu Kahramanı ziyarettir. Yolculuğun ilk durağı Nasrullah Camiidir. Ardından kaldığı konuk evi. Ama ortalık öyle güllük gülistanlık değildir. Sıkı bir takip vardır. Karakol, tam evin karşısında konuşlanmış vaziyettedir. Değil ziyaretçi, elden gelse sineğe bile engel olacaklardır. Sebepler dünyasında yaşıyoruz. Manileri aşarlar Sultan’a ulaşırlar Halleşirler, Halilleşirler. Sohbet ve ihtiyaç kadar ders. Dünya da yolculukta bir duraktır. Sonra tekrar dönüş yolculuğu başlar. Tayinini İnebolu’ya ister. Kader ağlarını örmüş; Ziya ise bundan habersizdir. Başında fötr şapka, Ankara-Ilgaz arabasında, bir asker yanına oturur. Otobüste de polis nezaretinde seyahat eden bir Sultan vardır. Sultan’ı da Ziya’nın yanına oturturlar. İki yolcu arasında sohbet ve muhabbet başlar. Tekçi düzen de bu da yasaktır. Polis durumu Ilgaz Karakoluna bildirmiştir. Arabadan inince hemen karakola davet, ardından mahkemeye. Hâkim Karadenizlidir. El yazması kitapları gösterip, “Yandun!” der Ziya’ya. Desin varsın. Zaten Ziya’nın biricik maksadı da memleketi saran yangından hem kendini hem başkalarını kurtarmaktır. Karar gecikmez: Tutuklanmasına! Karakol, mahkeme derken üçüncü durak, İnebolu Yusufiye Medresesi. Bu arada hükümet konağında bir kıyamet kopmuştur. Bir gün önce Ziya’ya, kitaplara hakaretler savuran hâkim sedyeye binmiş doğru hastaneye götürülür. Sonra kendine gelir, iyileşir ve yaptığı hakaretten pişmanlık duyar, özür diler. Ziya’nın Ilgaz’ı beklerken, Denizli Yusufiye Medresesine tayini çıkar. Sultan seslenir: “Ziya senin de gelmen lazımdı. Korkma! Korkma!” Demek, orada, sevdiği insan, Allah’ın (cc) Sadık Kulu ile beraber yiyecek ekmeği, içecek suyu, yapacak tahsili varmış. Tahsilini tamamlar, bu sefer Özel İdare Müdürü olarak Tosya’ya atanır. Parola: Durmak yok, hizmete devam! Ömrünün 78.nci senesi içindedir. Cuma –kim bilir ki Ziya- için salâlar okunmaktadır. Ecel, Allah’a (cc) malum bize meçhuldur. Adım adım camiye yaklaştığı zanneden Ziya, aslında, her adımında Sonsuzluk Yurdu’na yaklaştığını nereden bilecektir? Kalbi de adımlarına uymuş teklemeye başlamıştır. Camiye varamamış ama ondan çok önce Selâm Yurdu’na, dostların diyarına çoktan varmıştır. Denizli Yusufiye Medresesinde ranza arkadaşı Nazif ile yan yana Bektaş Mezarlığında kabir komşusu olmuştur.
Zahid; en bilinen anlamıyla, dinin yasak ettiği eylem ve söylemlerden sakınan, dinin buyurduklarını yerine getirme konusundaki titizlik ve hassasiyet gösterendir. Dünyaya rağbet etmeme, kendini ibadete verme, yerine göre nefsini, meşru olan zevkten bile alıkoyma… Zor bir hayat tarzı. Mayasında kahramanlık, er oğlu erlik, babayiğitlik olanların tarz-ı hayatı, diyelim.
İşinin eri, bir er kişidir Zühtü İşeri. Serde, Karadenizli olmak da varsa bir başka olurlar. Hırçın, inatçı, dalgalı, sert. Tıpkı Karadeniz gibi. İklimin, kişi karakteri üzerinde etkisinin olduğunu öteden beri yazar, söylerler. Bunun canlı örnekleri –herhalde- Karadenizliler olsa gerektir. Okudukları kitap, zamanı gelince kötülerin ve kötülüklerin işbaşı yapacaklarını söyleyince, onları tepelemek için hazırlık yaparlar. Fakat gelen emir: “Kılıçlar kına, kalemler ele!” der. Onca hazırlık yapmışlardı. Emir, demiri kesermiş. Çaresiz uyacaklardır. Yazarlar, okurlar. İlk tahsil yeri, İnebolu Yusufiye Medresesi. Yetmez, Jandarma eşliğinde Denizli’ye getirilir. Güneş, ay ve yıldızların bulunduğu, Kahramanlar Ocağı Denizli… Oradaki 9 aylık tahsil hayatı bitmiş; 15 Haziran 1944 günü beraat vesikasını almışlardır. Şimdi hizmet vaktidir. Yaşı, Hz. Peygamberinki (as) ile aynı yaşa gelmiştir. Eskiler 63’ü geçince, “Haddi aştık!” derlermiş. Ne incelik! Sözünün eri ile işinin eri kabristan denen dünyanın son durağında buluşurlar.
Köroğlu hem halk kahramanı hem halk ozanıdır. Zalim Bolu Beyi’nden babasının intikamını alan bir kişidir. İnebolu’da da Ahmet Köroğlu vardır. Öteki kahramanların yakın dostudur. Bediüzzaman’ı Kastamonu’da ziyaret edince dünyası değişmiştir. İnsanlara gıda maddeleri taşıyan bir şofördür. “Kalbe giden yol mideden geçermiş.” derler. Şimdi vakit, kalplerin, kafaların, ruhların, vicdanların gıdalarını taşıma zamanıdır. Köroğlu düşer yollara. Dünyada ne Bolu Beyi’nin ne Firavun’un ne Nemrut’un nesli tükenir. Ama onlar varsa, her zaman bir Köroğlu, bir Musa, bir İbrahim var olacaktır. Köroğlu Ahmet’te velice ve delice haller bulunur. Bir şafak vakti Denizli Yusufiye Medresesindeki tahsile katılır. Demek, icazeti sağlam yerden sağlam elden almak icap edecekmiş. Tahliye kararının ardından memleketine döner. Haddi aşmaz Köroğlu. 63’e 1 kala ecel atına biner; meşin kırbacı şaklatır; doludizgin Sonsuzluk Yurdu’na kabir kapısından içeri girer; dostlarına ulaşır.
Dünya evren içinde, İnebolu dünya içinde, Evren köyü de İnebolu içindedir. Köydeki kapı, telaşlı ve sert sert çalınır. Karşısında İnebolu Beyi’nin adamları. Arama yapacaklardır. Aradıkları kitaplar belli. Arama biter, Mustafa Yelkenci’yi çocuklarının gözü önünde alıp götürürler: Sen de onlardansın! Onlardan olmak da suç! Tekçi düzende ne kadar çok suç varmış! Say say bitmez. Denizli Yusufiye Medresesine yelken açmış yeni bir öğrenci daha kaydolmuştur: Mustafa Yelkenci. Kaptan da mürettebat da oradadırlar. Geride gözü yaşlı bir eş, altı evlat bırakmıştır. Adalet tecelli eder, tahliye olur. Can dostlarından ayrılır; eşine ve evlatlarına kavuşur. Bu kez yüreğine hasret ateşi düşmüştür. Soğutacak yer arar. Hasretin üçüncü, yaşın kırk dördüncü yılıdır. “Yaş otuz beş yolun yarısı eder.” demiş şair. Yolun yarısını 9 geçecek kadar ömür verilmiş Yelkenci’ye. Elden ne gelir. Emaneti sahibine teslim eder; can dostlarına kavuşur; hasreti de dünya yolculuğu da bitmiştir.
Gedikli; bir yere devamlı giden, oranın müdavimi olan kişiye denir. Dini, dünyevi hizmetlerin de gediklileri vardır. Sabır, sebat sahibi insanlardır gedikliler. Kolay değildir, gedikli olmak. Yaz, kış demeden, soğuk sıcağa aldırmadan yıllarca aynı yere gitmek, aynı hizmetleri yapmak. Bir de gedik vardır ki, o da bir yüzey üzerinde yıkık, çatlak veya aralık, delik ve rahne açmaktır. Tekçi, baskıcı düzende, “kral çıplak” deyip o düzende gedik açanlara, gedikliler denebilir.
Gedikoğlu Ömer de İnebolu’da bir hizmet gediklisi, Kuzey Işığı ve Nur Kahramanıdır. Adı da sanki öyle olsun diye Ömer verilmiştir. Ebubekir, Ömer, Osman ya da Ali olmak, sadece isimle olmaz; ismine yaraşır söylem ve eylem ortaya koymak istermiş. Gedikoğlu, ilim irfan sahibi hatırı sayılır kişilerdendir. Devletin ileri gelenleriyle dostlukları da vardır. Almanya’ya eğitim için gidecektir. İstanbul’a gelir. Bediüzzaman’ın adını orada duyar. Almanya dönüşü ve vatani hizmet... Bir gün dostu bir paşanın yanında bir Zât görür. Ayakta çizme, sırtta cepken, belinde kama…Efe kıyafetli, efe edalıdır. Çok etkilenir. Vatan görevini tamamlar; beldesine döner. Efe kıyafetli efe edalı Zât’ı görüşünden 9 yıl sonra onun, Kastamonu’ya sürüldüğünü öğrenir. Kastamonu Şeyh Şaban-ı Veli, Şeyh Şaban-ı Veli de Kastamonu demektir. Üstad da orada onun misafiri olarak bulunmaktadır. Gedikoğlu, ziyarete gidecektir. İnebolu Beylerine kafa tutan Köroğlu’nu da yanına alır. İstikamet Kastamonu. Kırlara çıkan Bediüzzaman, o gün kırlara gitmez. Sanki onları bekler gibidir. Ehline malum olurmuş: Hissi kablel vuku. Sohbet, muhabbet, dua… Hizmet denilen ateşten gömleği sırtına giymeye kararlıdır. Sırt ne ki…. Hz. Peygamber (as) bunu, “avuçta kor tutmaya” benzetmemiş mi? Olsun, o Gedikoğlu’dur, gediklidir. Kitapları kızlarıyla birlikte yazar. Yerin kulağı vardır. Yine baskı, yine baskın… Suçüstü(!) ederler. İlim sahibidir Ömer. İnebolu Beyinin kolluk kuvvetlerini salona götürür; kitaplığını gösterir. Çok kitap vardır ama aradıkları kitapları bulamazlar. Bulsalar da suç bulmasalar da suçtur. Amaç, bağcıyı dövmektir. Yine hapis! Bir ay İnebolu, sonra ver elini Denizli Yusufiye Medresesi. Denizli de ne kutlu ne mutlu şehirmiş meğer! Başta başkomutanları olmak üzere bütün kurmaylar oraya toplanmışlardır. Aynı telkin: “Korkmayın!” Korkacaksa zalimler korksun. Çünkü zalimin hasmı Allah’tır (cc). Bir kişinin hasmı Allah (cc) olursa, olabilecekleri tahmin bile edemeyiz.
Nisan yağmurlarının rahmet katreleri yer kürenin yüzünü okşayıp toprakla buluşurken, Gedikoğlu da Üstad’ı ve dostlarıyla buluşmanın, onlara kavuşmanın gününü saymaktadır. Yaş 87’ye gelmiştir. Doksana üç kalmıştır. Sonsuzluk Yurdu’na yürümüş, Denizli Yusufiye Medresesinin bir gediklisi daha sonsuzluğa yelken açmış, kutlular kervanına katılmıştır.
**
Halil dost, Habib sevgili demektir. Gerçek anlamda Halil yani dost, Habib yani sevgili olmak zordur. Zorluğu, zamanın özelliğinden gelmektedir. Hele bu zaman, zalimlerin cirit attığı bir vakit ise. Evrende yerküre, yerkürede Anadolu, Anadolu’da Kastamonu, Kastamonu’da Küre. Sonra Kuzey Işıkları’nın mekânına hicret eder. Hicret demek, hizmet demektir. Halil İbrahim, Osmanlı’da açılan ortaöğrenim kurumu Rüştiye’yi bitirmiştir. Güzel bir yazısı vardır. Zamanın Kitaplarını yazar da yazar. Fakat korkunun tetiklemesiyle, yazdıklarını yakar. Eyvah ki ne eyvah! Tekrar yazmaya başlar. İnebolu Beylerinin Şafak operasyonu gecikmez. Gidilecek yer bellidir: İnebolu hapsi. Üç aylık misafirlik biter, Bediüzzaman ve dostlarıyla birlikte ver elini Denizli’ye gelir. Geride kendisine ağıt yakacak ne bir eşi ne bir evladı vardır. 9 ay 10 gün, bebeğin dünya hayatına hazır hale gelme müddetidir. O müddet, 15 Haziran 1944 günü dolar. Halil, memleketine döner. Anacığını da yanına alarak hacca gider. İhtiyar bir kadın ve 52 yaşındaki oğlu Halil. Annesi döner fakat Halil’i Mekke’ye emanet bırakır. Halil yalnız kalmasın, Halil İbrahim olsun diye, İbrahim Mırmır da 1977 de Mekke’de vefat edince vazgeçilmez ikili tamamlanır: Halil ile İbrahim.
Denizli Yusufiye Medresesine tahsile gitmiş Kuzey Işıkları, İnebolu Nur Kahramanları’na binler rahmet olsun. Onları bizim için kaleme alıp tanıtan, satırlar arasında bu kahraman insanlarla buluşturup, onlarla hemhal ettiren değerli insan Mustafa Oral’a ve HİÇBİŞEY Yayıncılık’ın kıymetli ekibine binler teşekkürler.
Kaleminizle binler yaşayın!
*
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.