Mahmut Kaplan
Güneş, Bulut Ve Şeb-Nem’in Yolculuk Macerası
Klasik edebiyatımızın talik ve talik kırmasında hatlarında üstat şairlerimizden Cevrî, Ardından Türkçe Divan, Selîm-nâme, Hilye-i Çihâr Yâr-ı Güzîn, Hall-i Tahkîkât, Aynü’l-Füyûz, Melhame, Nazm-ı Niyâz, Muammâ Risâlesi, Müfredât-ı Tıb Manzûmesi ile Beyân-ı A’dâd-ı Sıfathâ-yı Nefs-i İnsânî gibi eserler bırakarak ebedî âleme göçmüştür. Her divan sahibi şair gibi o da yeri geldikçe hakîmâne beyitler söylemekten geri durmamıştır. Şairler, tokgözlü olmakla iftihar ederler. Başka bir deyişle gözleri dünya malına kaysa da de şairce bir kanaat beyanından geri durmazlar. Cevrî, kalemiyle geçinen; hüsn-i hat sahibi bir sanatkâr hattat ve aynı zamanda şair. Onun da divanını; hayat tecrübesinin, kültür birikiminin ürünü olan güzel hikemî beyitler süsler. BU değerli şairin divanı’ndan bazı beyitleri beraber okuyalım dilerseniz:
Ser-mâye alanlar yed-i feyyâz-ı ezelden1
Geh mihr ü gehi ebr ü gehi şeb-nem olurlar
Feyyâz-ı ezelden (maddî, manevî bolluk, bereket veren Allah) sermaye alanlar bazen güneş, bazen bulut, kimi zaman da (şebnem)çiy damlası olurlar.
İnsanlara ulaşan maddî manevi her türlü feyiz ve bereket Allah’tandır. Bu feyze mazhar olanların bazısı güneş gibi her tarafa ışık saçar; bazısı rahmet kaynağı olan bulut olur, yağmur yağdırmaya vesile olur; bazısı da çiy damlası gibi şeffaf olup aldığı ışığı kendinden bir şey katmaksızın yansıtır. Her insanın feyizden nasibi, yaratanın takdir ettiği kadardır: Kimi güneş gibi, mazhar olduğu feyzi âleme dağıtır; herkes istifade eder. Kimi bulut gibi rahmet olarak yağar. Kimi de şebnem, yani çiy damlası misali; feyizle şeffaflık kazanır, fena makamına çıkarak fenafillaha ulaşır. Kabiliyetine, kalbinin letafetine göre insanların feyizden nasibi türlü türlüdür. En makbulü elbet “şeb-nem” olmaktır. Buna “katre” de diyebiliriz. Şebnem şeffaftır dedik, mazhar olduğu nura rengini katmaz, sade bir ayna olur. Kalb, tefeyyüze ne kadar hazırsa Hay ve Kayyum olan Zât-ı Bâri’den o kadar feyz alır. Şair, manevi rızıklananların durumunu şu beyit çok güzel açıklıyor:
Cân-perver olanlar nefes-i Hayy-ı ebedden
İhyâ-yı dil-i mürdeye İsî-dem olurlar
Ebedî Hayy olan Allah’ın nefesinden canı, ruhu beslenenler ölmüş kalbi diriltmekte İsa nefesli olur.
Ruh, Allah’ın emirlerinden bir emirdir. İnsana ruhla ilgili çok az bilgi verilmiştir. İlahî feyze mazhar olan, ölüleri dirilten Hz. İsa’nın nefesi gibi, ölü kalpleri diriltebilir. Bilindiği gibi Hz. İsa Allah’ın izniyle hastaları iyileştirir, ölüleri diriltirdi. Klasik şiirimizde sevgili (Allah, mürşid ve insan-ı kâmil) hasta âşığı iyileştirmede Hz. İsa’ya teşbih edilir. Hz. İsa, nefesiyle nasıl hayat verirse sevgili de öylece âşığa nefesiyle hayat verir. Şair bu beyitte kâmil mürşitlerin Allah’tan aldıkları manevi güçle “hasta kalbi” ya da “ölü” gibi olan insanlara manevi ruh, adeta hayat verdiklerini anlatmak istiyor.
Tasavvufta, ihlas gereği olarak cennete girme veya cehennemden kurtulmak için değil de salt Allah rızası için ibadet edilmesi makbuldür. Bu anlayışı Cevrî birinci çokluk şahıs ile ne güzel anlatmış:
Geçdik heves-i zevk-i bekâ-yı dü cihândan
Cevrî gibi biz mest-i mey-i câm-ı fenayız (s.216)
İki cihanın sonsuzluk zevkinin hevesinden vazgeçtik; biz Cevrî gibi yokluk kadehinin sarhoşuyuz.
Allah rızasını arayan insan, kendisi için başka bir amaç edinmez; onu iki dünyanın bekası, ilgilendirmez. O, yokluk şarabından içip “aşkın varlık”ta yok olmanın verdiği sarhoşluk ve cezbe içindedir. Kaldı ki Allah’ın rızasını kazanan başka istekler peşinde koşmaz, koşacak durumu da olmaz. O’nu bulan her şeyi bulmuş olur. O’nu bulmanın mutluluğu başka buluşmalara ihtiyaç duyurmaz. Böyle bir ruh haline erişmenin yolu ise kalbin arınmasından eski tabirle “tasfiye”sinden geçer. Kalbini mâsivâ (Allah’tan gayrı her şey) kirlerinden arındıran maarif nurlarına liyakat kazanır:
Sînemiz genc-i ma’ârif kalbimiz zer gibi sâf
Kâm-rânız mâlik-i dinâra yokdur reşkimiz (s.220)
Göğsümüz maarif hazinesi, kalbimiz altın gibi saf, mutluyuz; para pul sahibini kıskanmamız yoktur.
Şair manevi zenginliğini dile getirerek kalbinin “marifetullah” ile doludur, diyor. Bu sebeple zenginleri kıskanmadığını anlatmak istemiştir. Mâlik-i dinar tamlamasında tevriye yaptığını da unutmamak lazım. Şair meşhur Mâlik-i Dinar’ı kıskanmak gibi bir durumları olmadığını söylüyor. Kimdir Mâlik-i Dinar, kısaca anlatalım: “Tasavvufun oluşmasına katkıda bulunan zâhidlerden biri olan Mâlik b. Dînâr esas itibariyle Hasan-ı Basrî'yi takip etmiş, hüzün, sadâkat, zikir, zühd, marifet gibi konular üzerinde durmuştur. Ona göre mârifetullahın yeri gönüldür, mârifetullahı idrak etmeden ölenler dünyadaki en tatlı şeyin farkına varmadan göç etmişlerdir. Hüzün halini yaşamayan kalbi, içinde oturulmayan harap bir eve benzetmiş, uyanık ve temiz bir kalple ciddi bir dinî hayat yaşamak için bu hali idrak etmenin gereğini vurgulamıştır.
Mâlik b. Dînâr yeme içme, giyinme, mal mülk, servet edinme ve şöhret kazanma konusunda riyazet ve mücâhedeyi esas alarak buna titizlikle uymuş, her günahın temelinde dünya sevgisi ve menfaat hırsı bulunduğuna dikkat çekmiştir. İyi bir mümin olabilmek için bu sevgilerin yerine Allah sevgisini koymak gerektiğini, dünyanın; onu terk edenlerin ardından koşacağını belirten Mâlik bu hususta en güzel örneklerden birinin Ömer b. Abdülazîz olduğunu, Ömer dünyayı terk edince dünyanın onun ayağına geldiğini söylemiştir… Mâlik b. Dînâr amel ve davranışlarda esas unsurun ihlâs olduğuna dikkat çekmiş, kılık kıyafete önem vermemiş, sûfî-nin eski ve yamalı elbiseler giymesi gerekmediğini, helâl kazandıktan sonra isteyenin istediği gibi giyinebileceğini söylemiştir… Tabiînden olan ve hadis rivayet eden Mâlik b. Dînâr, Hasan-ı Basrî'den başka Şakîk-ı Belhî, Râbia el-Adeviyye ve Abdülvâhid b. Zeyd ile sohbet etmiştir.”2 Bu kısa bilginin ışığında bakılırsa Cevrî’nin niçin “Mâlik-i dinar”ı kıskanma gereği duymadığı anlaşılır. Aşağıdaki beyit söylediklerini açıklamak sadedinde bize ışık tutmaktadır:
Müsatğnî-i âlem geçinirsek n’ola her dem
Biz sûret-i tecrîd ile meşhûr fakîriz (s.221)
Biz her an âlemin tok gözlüsü geçinirsek şaşılmasın; çünkü biz tecrit görüntüsüyle meşhur fakiriz.
Beyitte anahtar kelimelerin ilki “müstağni”dir, yani istiğna sahibi, Kimseye ihtiyaç arz etmeyen insan… İhtiyaçlarını duyurmayan, kısaca tok gözlü kişi demektir. Şairler tok gözlülüğü önemli erdemlerden sayarlar. İkinci kelime “tecrid”dir. Sâlik dünya zevklerinden tecerrüt etmedikçe kemale eremez. Tarikatlara göre tecridin türlü boyutları vardır. Dünyanın her türlü ezvakından/zevklerinden vazgeçmek temel prensiptir. Sâlik, nefsi terbiye etme yolunda günahlardan, dünyadan, ukbâdan, nefisten hatta kendi varlığından tecerrüt etmeye, soyunmaya çalışır. Son aşamada bu terk ettiklerini de düşünmez, aklına bile getirmez. Yani “terk-i terk” eder. Bu beytinde Cevrî, kendisinin de dünyadan tecerrüt ederek “fakr” yolunu seçtiğini anlatıyor. Bu, hadiste sözü edilen fakirlik olup mal mülk fakirliği değildir. Allah’a ulaşma yolunda her şeyi terk eden “sâlik”in herhangi bir şeye ihtiyacı kalmaz. Bu yüzden şair, “müstağni geçinirsek” şaşırmayın, garipsemeyin, diyor. Terki terk eden müstağni, tokgözlü değil de nedir?
Tecerrüdün neticesi kalbin arınması, durulması, altın gibi saflaşmasıdır:
Himmet gibi sâfî-dil ü pâkize-cebîniz
Ne secde-ber-i kâm u ne ümmîd–perestiz
Biz himmet gibi temiz kalpli, alnı ak kimseyiz; ne ümit peşinde koşarız, ne de isteklerimize secde ederiz.
Cevrî, “tûl-ı emel” peşinde koşmadığını, arzularının, heveslerinin esiri olmadığını vurgulamış, tok gözlülüğünü dile getirmiştir. Kalbi temiz olanın, kötülüklere, çirkinliklere bulaşmadığından alnı ak olur. Onurlu insan isteklerine kavuşmak için yüksek makamlarda bulunan ya da servet sahibi olanların önünde yerlere kapanmaz, onlara dalkavukluk yapmaz. İnsanlardan beklenti içinde bulunmaz. O, tokgözlü, istiğna sahibidir. Hani hikâye olarak anlatırlar: Hatem-i Tayî, bir gün büyük bir ziyafet verir. Konuklarını ağırlar, yedirir, içirir; diş kirası olarak türlü hediyeler verir ve uğurlar. Günün yorgunluğunu atmak için çölde gezintiye çıkar. Sırtında dikenli bir yük çalı taşıyan yaşlı bir adam görür. Adam kan ter içinde sırtındaki yükle yürümeye çalışıyormuş. Hâtem, bu çalıları ne yapacaksın diye sorar. Adam da bunları satıp evime ekmek götüreceğim, der. Hâtem, bak şurada Hâtem büyük bir ziyafet vermiş. Konuklarına kıymetli hediyeler veriyor. Sen de git, bu birkaç kuruşluk çalıya bedel daha değerli hediyesini al. Adam, “Ben, izzetimle bu çalı yükünü taşırım, Hâtem’in minnetini almam” diye cevap verir. Dostları bir gün Hatem’e senden daha cömerdi var mı diye sorarlar. Evet der ve bu hikâyeyi anlatıp ekler: Ben o yaşlı adamdan daha cömerdini görmedim. O, dikenli çalıları alnının teriyle toplayıp pazara götürerek nafakasını kazanmaya azmetmiş, kimseye yüzsuyu döküp onurunu çiğnetmeye tenezzül etmemiştir.
Dünya cazibeli bir dilbere benzetilir eskiden beri: Cazibeli fakat son derece hilekâr… Aklı başında olanlar dünyanın bu çekiciliğine aldanmaz, bu cazibenin arkasında feleğin türlü hileleri olduğunu gözden uzak tutmazlardı. Bu düşünceyi vurgulayan bir beyit:
Ne firîb-i dehre meftûn ne esîr-i mekr-i gerdûn
Ne nümâyişe mukayyed ne vücûda mübtelâyız (s.225)
Ne dünyanın aldatıcılığıyla büyülenmiş ne feleğin hilesine esiriz. Biz ne gösterişe bağlı ne de varlığa bağımlıyız.
Dünyanın güzellikleri, nefse hoş gelen servet ve makamları insanları kendine çeker, adeta büyüler. Cevrî, bu büyünün esiri, sevdalısı olmadığını söyleyip ekliyor: Biz feleğin hilesinin de esiri değiliz. Sağlam bir mantık kurgusu var beytin. Dünyanın cazibesine kapılmayan feleğin hilelerinden korunur. İkinci mısra ilk mısra ile tam bir paralellik içinde. Gösterişe, bağlı değiliz, yani gösteriş bizi bağlayıp kendine bent etmediğinden bir varlığımız yoktur. Nümayişin bir manası da görünmektir. Şair, cisim olarak görünme kaydıyla bağlanmamışız, demek istiyor. Daha doğrusu görünmüyoruz, yani bir manada yokuz, diyor. Yok olan herhangi bir kayıtla kayıt altına alınamaz. Nefis cihetiyle yok olan, bağlarından kurtulmuş özgürlüğüne kavuşmuş olur. Ölmeden ölmek denilen durumdur bu. Kişi “nefis” ve “ene”sini terbiye ederek fena makamına ulaşır. Bu halde feleğin dönmesinden, zamanın geçmesinden dert ve bela görmez:
Sipihrin gerdişinden zerrece derd ü belâmız yok
Nice cevr eylesin gerdûn bize andan recâmız yok (s.234)
Feleğin dönmesinden zerre kadar dert ve belamız yok; (o halde) kendisinden ricamız, isteğimiz olmayan felek bize nasıl eziyet etsin?
Eskiler, göklerin döndüğüne inanırlarmış. Bu dönüşün insan talihi üzerinde etkisi olduğunu kabul ederlermiş. Şair, bir önceki beyitte varlık bağları ile bağlanmadığını, daha açık bir ifade ile var olmadığını söylerken aslında bu beyte hazırlık yapıyor gibidir. Var olmayan birinin feleğin dönmesinden etkilenmesi söz konusu olamaz. Olmayan birinin felekten eziyet görmesi de beklenemez. Çünkü varlık sahnesinde olmayan biri felekten herhangi bir istekte bulunamaz. Şair, nefis, arzu ve istekler bakımından varlık sahibi olmadığını, bu sebeple felekten herhangi bir beklentisi bulunmadığı için de ondan eziyet görmediğini, sıkıntı çekmediğini söylüyor. Bu beyitte sanki bir ironi var. Şairler, her dönemde “zamandan şikâyet” etmişlerdir. Küçük bir isteklerinin kabul edilmemesi bile şairleri ziyadesiyle üzer. Bu son iki beyit sanki devrin devletlilerine serzeniş amacıyla yazılmış. Öyle veya değil; Cevrî içinden geldiği medeniyet ve kültürün ruhuna ilham ettiği anlayış çerçevesinde tok gözlülüğün önemini vurgulamış, kendi nefsine hitap ederek diğer insanların hisse alınmasını arzu etmiş olmalıdır.
1. Beyitler: “Cevrî Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkitli Metni, Haz. Hüseyin Ayan, Erzurum 1981” den alınmıştır.
2. “Mâlik b. Dinar”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.27.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.