Moral ve Etik Erozyon

Erozyon, diğer adıyla aşınma, yer kabuğunun üzerindeki toprakların, başta akarsular olmak üzere türlü dış etkenlerle aşındırılıp, yerinden koparılması, bir yerden başka bir yere taşınması ve biriktirilmesi olayına denir.

(Vikipedi)

Kökeni yabancı da olsa şu iki kelime, bize ait değerleri seslendirdiğinden, kültür dünyamızda moral, kuvve-i maneviyeyi; etik de kişilik, karakter ve daha ziyade ahlâkı ifade etmektedir. Şu iki kavram ve kelimenin, şahsi ve toplumsal hayatımızın pek çok cihetini alakadar eden yönü vardır. Bizim bahse konu ettiğimiz erozyon ise, sadece doğada, tabiatta ve toprakta olmaz. İnsan tabiatında, huy ve mizacında ve toplumsal hayatın her tarafında moral ve etik değerlerde yaşanan beşerî ve içtimaî aşınma, menfi / olumsuz anlamda bir olaydır. Bugün bu olumsuz durumu, dilden hâle, söylemden eyleme hayatın her safhasında bizzat yaşayarak -esefle- görüyoruz. Duygu ve düşüncelerimizi kelimeler ve kavramlarla ifade eder, beşerî münasebet ve iletişimi bunlarla kurarız. Fakat, “Kaş yapayım derken göz çıkarmak” özdeyişimizle ifade edilen, yanlış anlaşılacak kelime ve kavramları kullanmaktan kaçınırız. Zira, imtizaçkârâne ittihadı / uyumlu birlikteliği bozmamak için buna dikkat etmek zorundayız.

Gün geçmiyor ki, aklı başında insanlardan uyarıcı mesaj niteliği taşıyan bir söz işitmemiş ya da bir haber okumamış olalım. İstikbalimiz adına bizi derinden düşündüren bu sözler ve haberler kendi lisanıyla uyarıp diyor ki, “Bugün, dünden daha fazla Risale-i Nurlara ihtiyacınız vardır. Hem de ekmek, hava, su kadar. Artık uyanın ve müstağni davranmaktan vazgeçin!” İşte buna dair “Nasıl bu hâle düştük?” manşetiyle verilen bir haber: “Adalet Bakanlığı verilerine göre 2024’te dolandırıcılık, uyuşturucu ve şiddet suçlarında çarpıcı artış yaşandı. Türkiye’nin suç haritası, derinleşen krizlerin topluma nasıl sirayet ettiğini gözler önüne seriyor.

Eski bir milletvekili (Mehmet Ocaktan) de bir başka tehlikeye işaret etmiş: “Hukuk, adalet, hakkaniyet, merhamet gibi kavramların bugünün dindarlarının gündeminde asla olmadığını” söylemiş. Hem demiş, “Maalesef dindar kesimlerin önemli bir bölümünün hem dindarlık bilinci hem de kültürel anlamda ciddî bir erozyona uğradığını söylemek gerekiyor.” Keza, bundan yıllar önce, o günün Başbakan yardımcısı bir başka etkili siyasetçi de belediye ziyaretinde şöyle demiş: “Ülkemizde sigara, alkol ve uyuşturucuya başlama yaşı küçüldü… Okulların çevresini uyuşturucular sarmış. Bu bir alarm değil midir, kötü bir iş değil midir?... TV dizileri de kötü örnek oluyor; gençleri ve toplumu dejenere ediyor... Maddî anlamda ülkemize çok büyük hizmetler verdik, ancak, maneviyatta sınıfta kaldık! Canımızı acıtsa da acı gerçekler. Maalesef bugün, neredeyse hiç beceremediğimiz şey: “kendimizi sorgulayabilmek, kendimizi hesaba çekebilmek, kendimizle yüzleşebilmek.” Halbuki büyük cihat, “kendimizle yaka-paça olma hali” değil miydi?

Mesela, günümüzde yozlaşmanın sebeplerinden birisi de vicdanı harekete geçiren kutsiyeti, bir şahsın veya kurumun tekeline alması, “dahilde menfi tarzda kullanması”, (halen ve kalen) kavgaya dönüştürmesi, savaşı yahut harbi çağrıştıran kelime ve kavramlarla ifade etmesi… hak ve hakikatin olumsuz algılanmasına sebep olmaktadır. Bu bağlamda örnek olması bakımından, mesela, Bediüzzaman, “güzel gören güzel düşünür” düsturuyla, hapishaneye “Medrese-i Yusufiye”, davasına “Hizmet-i İmaniye” veya “Hizmet-i Nuriye”, telif ettiği eserlere “Risale-i Nur” demiştir. Buna mukabil mesela, tarihe kanlı bir diktatör olarak geçen Hitler, davasına “Kavga”, yazdığı kitaba “Kavgam” ismini vermesi dikkat çekicidir. Her iki kelime ve kavram (Dava-Kavga) arasında, zihinlerde çağrıştırdığı anlam bakımında dağlar kadar fark vardır. Dava; başkalarının da hak ve hukukunu gözeten müsbet mücadele şekli ve müsbet çağrışım yapan olumlu bir kelime iken; kavga, daha çok menfi ve silahlı bir mücadeleyi, haksızlık ve hukuksuzluğu netice veren ve çağrışımı da olumsuz bir kelimedir. Bu itibarla, hak ve hakikate tercüman olmak, hakikati insanlara ulaştırmak isteyenler, Risale-i Nurların takip ettiği metodu kullanmak zorundadırlar.

Yine meseleye örnek olması bakımından; mesela, Bediüzzaman, kâinatı bazen beşik bazen saraya benzetmiş; beşik dediği yerde uhuvveti, saray dediği yerde misafirliği nazara vermiştir. Yani kullandığı kelime ve kavramlarda seçicidir ve aralarında konu-kavram insicamı vardır. Bu noktada, kutsiyet davasında da söylem ve eylem insicamı ve bütünlüğü olmalıdır. Risale-i Nurda insana tesir edip sahibine yön veren şeyleri “müdebbir-i galib” kavramıyla nazara veren Bediüzzaman, söz ve fiillerimizde takip etmek üzere elimize şöyle bir düstur vermiştir: “Mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır.” (Muhakemat)

Özetle; “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce, kuvve-i maneviyenin ve ahlakın yozlaşıp, toplumsal insicamın bozulmasına sebep olacak söz ve fiillerden kaçınmalı; söylemde ve eylemde numûne-i imtisal olmalıyız.

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum