Memleketten İki Hikâye

“Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (Mehmet Akif)

Şairin itirazı kıssaya değil; kıssadan hisse, geçmişten ders, tarihten ibret almayanlarıdır. Bugünkü yazımızda; ülkemizin emniyet ve asayişinde yıllarca görev yapmış, inançlı, hasbi, samimi gerçek bir vatanperver emniyet emekçisi dostumun, bir cuma günü telefonda anlattığı iki hikâyeden bahsetmek istiyorum.

Her iki hikâye de bugünkü ahvalimizi tasvir eder mahiyettedir. Birincisinin yaşanıp yaşanmadığını bilmiyoruz, fakat ikincisi yaşanmış bir olayın hikâyesidir. Yaşansın veya yaşanmasın; hikâyelerden murat, okuyup dinleyenlerin ders ve ibret almasıdır. Yani kıssadan hisse meselesi. Bugünlerde gerçek kıssalara ve alınacak hisselere o kadar çok muhtacız ki. Hikâyeyi anlatan dostuma buradan binler selam ve muhabbet olsun.

Birinci hikâye: Memleketin bir köyünde yaşamış fakat kimseye faydası dokunmadığı gibi köylülere yaka silktirmiş bir adam vefat eder. Ne imam cenaze namazını kıldırır ne köylüler mezar kazıp köyün mezarlığına defnederler.

İş; zavallı ve çaresiz hanımına düşer. Madem cenaze namazı kılınmaz, köyün toprağına gömülmez, yaramaz bir kişidir, bari çuvala koyup bir uçurumdan aşağı atayım da parçalanan cesedini kurt kuş yesin, bir işe yarasın diye düşünür. Çuvala koyduğu cesedi binbir zahmetle dağın tepesine kadar taşır. Çuvalı atmaya hazırlanırken, nereden çıktığı belli olmayan, sırtında kepenekle bir adam çıkagelir.

Dağda koyunlarını otlatan bir çobandır. Kadına ne yaptığını ve çuvalda ne olduğunu sorar. Çaresiz kadın olup biteni anlatır. Çoban bu duruma razı olmaz. “Bu bir insandır, olmaz öyle şey.” deyip oracıkta bir mezar kazar, yaramaz dedikleri adamı defneder, toprak ile üstünü kapatıp, başına bir taş diker ve oturur şöyle dua eder:

“Ya Rabbi! Bu dağ başında çobanlık yaparım. Sen bilirsin ki bazen senin misafirlerin gelir, ben de o insanlara sırf senin aziz misafirlerin diye sütün en lâtifini, ekmeğin en güzelini, peynirin en lezzetlisini ikram ederim. Şimdi de mezara koyduğum şu meçhul kişi, benim sana gönderdiğim misafirimdir. Sen de benim misafirimi şanına yakışır şekilde ağırla ve ikram et!”

Köyün imamı, namazını kıldırmadığı bu kişiyi üst üste üç gece rüyasında cennette görünce, önce kadının evinin, ardından köylülerle birlikte dağın yolunu tutar. Çobanı arayıp bulurlar, ne yaptığını, nasıl dua ettiğini sorarlar. Çoban da olup biteni anlatıp, duasını söyler. İmam ve köylüler yaptıkları vahim hatayı anlamış, pişmanlık duygusuyla köye dönerler.

Yorumu okuyuculara bırakıp, hikâyeyi bir hak dostunun hikmet dizeleriyle bitirelim:

“Harabat ehlini hor görme zâkir,
Defineye malik viraneler var.”

(Erz. İbrahim Hakkı Hz.)

İkinci hikâye; metrobüste yaşanmış, toplumsal hayatımızı şerh ve izah eden bir olaydır. Oldukça sıcak bir yaz gününde emniyetçi dostum tıklım tıklım dolu bir metrobüse biner, direğe tutunmuş vaziyette ayakta beklerken, araca “yıllarca gemi kaptanlığı yaptığını, altmış üç yaşında, yirmi beş yıl gemide namaz kıldığını” söyleyen, yüz hatlarından hayli sinirli görünen bir adam biner ve yanına gelip ayakta durur.

“Hayırdır beyefendi, niçin bu kadar sinirlisiniz?” Metrobüste gördüğü bir manzaradan rahatsız olmalı ki, “Lânet olsun! Lânet olsun! Görmedin mi?” der. Emniyet emekçisi, “Hayır, ben bir şey görmedim.” deyip, adamla sohbete başlar.

Emekli kaptan, kendini rahatsız eden manzaradan bahisle tekrar “Lânet olsun!” der. Bu arada bir koltuk boşalır, emniyetçi dostum, emekli kaptana oturmasını rica eder. Sohbet imkânı doğmuştur. “Beyefendi, size bir şeyler söyleyip, birkaç soru sormama izin verir misiniz?”

Kaptan, “evet, olur” der gibi başını sallayınca; bir insan başkasına lânet okuduğu zaman, eğer o kişi laneti hak etmiyorsa aynen okuyana geri döneceğini; gıybetin kabir azabına sebep olan çok kötü bir şey olduğunu bilip bilmediğini sorar; cevap yoktur sadece bakar.

Sonra, “Beyefendi yirmi beş yıldır kıldığınız namazın, ibadet ve iyiliklerinizin sevabını manzaradan hoşlanmayıp gıybetini ettiğiniz kişiye verdiniz, onun da günahlarını üzerinize aldınız.” devamla, “Yirmi beş yıldır namaz kılıyorsunuz ama buna kendi iradenizle mi muvaffak oldunuz? Belki anne babanız veya iyilik yaptığınız birileri size hayır duada bulundu ve belki de Allah (cc) bu dualar hürmetine sizi namaz için huzuruna alıyor. O sebeple namaz kılabiliyor olabilirsiniz. Hem sizin imanla kabre girme garantiniz var mı?” sorusuna, “Hayır yok.” der.

“İnşallah imanla kabre girenlerden olursunuz. Hem şu an lânet okuyup gıybetini ettiğiniz bu kişiye belki Allah (cc) hidayet nasip eder, seni beni geçer ve sevgili bir kul olur. Bu sebeple tıpkı birilerinin size yaptığı hayır dua gibi siz de bu kişi için şöyle dua etseniz: ‘Ya Rabbi! Bu kişi eğer bilseydi böyle yapmazdı. Sen bu kişiye hem hepimize hidayet ver deseniz daha iyi olmaz mı?” der, sohbeti sonlandırır.

Zaten ineceği durağa gelmiştir. Adamın tek tepkisi vardır: Boş gözlerle bakmak. Emniyetçi inerken, kaptan, ahvalimizi şerh eden sözü tekrar eder durur: “Ama abi hiç kimse bana senin gibi bunları anlatmadı ki.”

Son Söz: Kur’anî ve Nebevî (as) hakikatlerin, asrımız insanının içinde yaşadığı zaman dilimine uygun bir tarz ve dille anlatılması gerçeği bize, şu iki öykü lisanıyla, Risale-i Nurlara olan şiddetli ihtiyacı ve takip ettiği Nebevî (as) yolu izlememiz gerektiğini söylemektedir.

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum