Hümeyra Yıldız Dülek
Yürek Yorgunluğu Ayrılık
Ayrılıklar gece karasına benzer. Öylesine koyu, biraz soğuk, biraz iç ürperten, biraz hüzünlü… Ayrılık işte, adı üstünde, insanın parça parça oluşunun resmidir. Sevgiliden, yavrudan, anadan, yardan ayrılmak ve en hüzünlüsü, en yürek burkanı vatandan ayrılmak…
Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna verdiği belki de en kuvvetli olgudur ayrılık. Cennetten indirilen Hz. Adem’in, tufanda oğlunu çetin dalgaların arasında yitiren Hz. Nuh’un, canı ciğeri Yusuf’u için yanan Hz. Yakub’un, Züleyha’nın, dağları oyan Ferhat’ın gönül sancısının ve binlerce evladını gurbete gönderen Anadolu kadınının bilendiği ayrılık…
Ana yüreği bir başka yanar ayrılıklarda. İçine akıtır gözyaşlarını yavrusu ondan ayrılırken. Sadece gülümseyen gözleri kalsın ister yavrusunun aklında. Hani bir de anacığının yaşlı gözlerini dert edip üzülmesin ister ya, o sebeple içinden ağlarken gözleri hep gülümser.
Vedalarda, ağlayışlarda, derin hıçkırıklarda, sallanan mendillerde gizlidir dönüş dilekleri. Hâsılı, gidenin ardından bakıp kalanlar yaralıdır derinden. Ayrılık motif motif yüreklerine, ruhlarına, hele gönüllerine işler de gözlerinde ırmak olur, ılık ılık süzülür yanaklarından. Geride kalan hep inleyendir. Giden, hep sevgilidir, candır çünkü.
Gitmek kolay olmamalı aslında. Bir durup, bin düşünüp, kılı kırk yarmalı. Giderken bıraktıklarına son bir kere bakıp, mahzun bakışların ahını almadan yaşadıklarını, paylaştıklarını, sevinçleri, hüzünleri, mesut saatleri, hepsini ama hepsini doldurabilir mi insan yüreğine, sığdırabilir mi giderken gönül yorgunluklarını heybesine?
Ayrılıklar belki de yalnızlığın habercisi olduğu için yüreğimizi üşütür de kendimize doğru dürülüp benliğimizde kaybolmak isteriz adeta. Zira yalnızlık efkârdır, matemdir, hüzündür, tortop olup kendi suskunluğunda kalakalmaktır. Bizden ne vakit birileri gitse, ayak seslerini kalbimizde duyarız. Aklımız, ayrılık uçurumunun ucuna yaklaşır. Sözcükler boğazımızda düğümlenir ve suskunlaşırız.
Bizden ne vakit birileri gitse bir gece çöker içimize, gökyüzündeki son yıldız bizim için kayar ve sevdiğimiz gözden kaybolur. İşte bu yüzden gitmeden, kendini ve yüreğini gözden geçirip, kalanın yerine kendini koyarak gitmeli insan. Mevlana Hazretlerinin serzenişine kulak vermeli:
“Kusuruma bakmayın benim dostlar, bağışlayın beni. Ben davullara, bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm, deli divane olmuşum. Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben, çok uzaklardan geçen bir hayal gibi... Ama yok da sayılmam hani, var olan bir şeyim ben. Haydi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel! Ne varsa, şu ırmağın içinde var. Soyunalım iki can, dalalım şu ırmağa hadi! Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük? Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri? Bu ırmakta ne ölmek var bize, bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert... Bu ırmak, alabildiğine yaşamaktan; bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret. Durma, çabuk gel! ‘Gelmem’ deme. Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır dostum… Senin şanına sadece gelmek yaraşır.”
Elbette gelmeler, kavuşmalar, Hasretlerin bitişi güzeldir. Bir bakıma yüreklerin sevgiliyle kavuşup manen beslenmesidir gelmeler. Gitmeler ne kadar gönül yaralıyorsa, gelmeler o denli sevimli ve iyileştiricidir.
İşte bu yüzden ayrılıklarımız, tekrar kavuşabilme ümit ve lezzetinde olsun İnşallah. Hoşça bakın zatınıza dostlar; ki bir gün bir yerlerde karşılaşırsak, gönüllerimiz bahtiyar olsun bir dost görmenin hazzıyla…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.