Hümeyra Yıldız Dülek

Hümeyra Yıldız Dülek

Sana Hakkım Helal Babam

Mevsimlerden güneş, evet güneş, aylardan mart; o kadar sıcak ki, kazma kürek yaktıran soğuklar kaybolmuş, gerçi akşam gün batımından sonra gece ayazı içimizi titretmiyor değil ama, gündüz saatlerinde gerçekten mevsimlerden güneş ve sıcak. Çocukluğumun en berbat, en ağlamaklı ilkbahar başlangıcı. Bana sıcaklığı anlatan güneş, iki katlı çok odalı evimizin ruhuma dar geldiği zamanlarda kendimi evin bahçesine atıp kimseye gösteremediğim gözyaşlarımın arkadaşı güneş. Kimsecikler bana - “içeri gir üşüyeceksin” demiyordu, zira o sene güneş ısıtıyor, ben ağlıyordum. Evimizin kapısından girer girmez ise yanaklarım gül saçıyordu gülerken. Babaannemle dedem üzülmesin diye küçücük aklımla içim acırken gülümsüyordum. Şimdilerde üstüme düşülse iyi oyuncu olurmuşum, hatta Oscar ödüllerine aday bile gösterilebilirmişim, diye düşünmüyor değilim.

Toprağı mutlu eden, bahçemizde bulunan bütün meyve ağaçlarının çiçeğe durmasına, babaannemin her bahar toplayıp kuruttuğu sarısına hayran olduğum papatyalar ve onların arasında bütün zerafeti, narinliği ve kızıllığıyla açan gelinciklerin yaz sıcağında kalmışçasına bükülen boyunlarının sebebi olan, bahçemizin hemen bitiminde şırıl şırıl akan derenin suyunu mart ayına rağmen kurutan güneş; kendisine böylesi değişik bir yakınlık duyduğumun elbette farkında olmayan güneş, ben o yaşta küçücük aklımla sevmiştim seni…

O zamanlar yedi yaşında ilkokul birinci sınıf öğrencisiydim, ama ruhum kaç yaşındaydı onu bilmiyorum. Biraz topluca bir kızdım, kız kardeşimin bilekleri ne kadar zayıf, güçsüz ve narinse benim bileklerim o kadar kuvvetli ve annemin demesiyle ‘yumuk yumuktu’. Sadece bileklerim kuvvetli değil; yüreğim, mantığım da sağlam. Tenimin rengi ataya dedeye çekmekten bembeyaz. Kimi teyzeler bayılır, severdi beyaz tenimi, kimileri gözünü kırpmadan – “Nesi var? hasta mı?” diye sorardı anneme.

Ta o günlerde düşünürdüm bizi insan yapan neydi? İnsanlar köyde oturunca değişik, kentte oturunca başka mı oluyorlardı? Neden büyüklere köyü, toprağı, çifti çubuğu yeterli gelmezdi de herşeyi arkalarında bırakıp; bilmedikleri, tanımadıkları koca koca şehirlere göçerlerdi? İnsan zaman içinde öğreniyor bu soruların cevabını aslında; ve gereklilik arz ettiğine de inandırıyor kendini. Lakin yaşınız yediyse bunu anlamak oldukça güç.

Hala severim köydeki evimizi, görkemli gelir bana. Güneşe bakar bütün odalarının camları, kocaman bahçemizde yok yoktur. Hele o zamanlar anacığım bahçemizin bir köşesinde tavuk beslerdi, babacığım çok şirin bir kümes yapmıştı, sabahları kümese girip tavukları inadına ürküterek gıdaklamalarına kulak asmadan yumurtaları toplamak harikaydı. Bahçemizin diğer ucunda domates, salatalık, biber ve akla gelebilecek bir sürü sebze ekili olurdu, onları toplarken aldığım zevki hayatımın hiçbir safhasında almış olabileceğimi hala düşünmüyorum.

İşte böyle masalsı bir güzelliği, o kocaman evi, ocağı babaannem ve dedeme bırakıp; ‘sanırım büyük şehrin hengamesinde boğulmak için’ çoluk çocuk İstanbul’a göç edeceğimizi söyledi babam bir akşam üstü. Dört kardeştik, hepimiz ufaktık, anlamamıştık, dedemle babam konuşurken, oyun gibi gelmişti bize. Günlerce hazırlıklar yapıldı, babam arada İstanbul’a gidip geldi, köydeki evin üst kattaki odalarını annemle babam süpürüp, silerken eşyaların yerlerini değiştirdiler, düzenledikleri her odanın işi bitince kapısına gelip şöyle bir odanın içine tekrar bakıp kapısını kapatıp kilitlediler. Altta ki odalardan biri dedemle babaannemin biri de en küçük amcamın odasıydı zaten. Mutfağın yanında bulunan küçük odada şimdiye kadar şehirden köye dedemi ziyarete gelen misafirler yatardı, işte o misafir odası dediğimiz odaya benim karyolam indirildi. Yukarıda kız kardeşimle yatıyorduk oysa, kardeşimin karyolası yukarıda kalmıştı, o anda anlamlandıramamıştım.

Nihayet valizlere geldi sıra, benim giysilerimi almıyordu annem, valizler arabaya yüklenirken babamla annem beni büyük insan gibi karşılarına oturtup, “sen nenene, dedene göz kulak olacaksın, ninene yemek yaparken, dedene bahçede yardım edesin diye bırakıyoruz burada, okul tatil olunca bir ara gelip seni yanımıza alırız” dediler. Annem benden gözlerini kaçırıyordu, göstermeden ağlıyordu belli. Kısık bir sesle;

– “okul bitince gitseydik ya beraber” dedim,
– “Şimdi gitmemiz gerek” dedi babam. Ve ben çığlık çığlık ağlarken gittiler.

O gün, sonraki, daha daha sonraki günler hep karanlıktı içim dışım. Bahçe kapısının yanıbaşında bütün heybetiyle duran dut ağacı en samimi sırdaşımdı artık, iri gövdesi beni, gözyaşlarımı saklıyordu çünkü.

Bahçemizin en kuytu köşelerinde dolaşıyordum çoğu zaman, ağaçlardan dökülen yaprakları küçücük ayaklarımla ezerken yaprakların çıkardığı hışırtıların içimden kopan çığlıkları bastırdığını zannediyordum. Günlerce, gecelerce ağladım, beklemek nedir öğrendim, yorulmuyordum, umut etmekten usanmıyordum, ne suladığım sebzeler, ne yemlerini verdiğim tavuklar, ne babaannemin titrek elleriyle saçlarımı taraması, ne dedemin çarşıdan gelirken aldığı horoz şekeri, ne de amcamın şehirden getirdiği renkli pırıl pırıl hikaye kitapları hoşnut etmiyordu beni.

Ben okul dışında hep evimizdeydim ve ne iş yaparsam yapayım bir gözüm her zaman bahçe kapısındaydı. Bahçe kapısından giren her köylü amcayı bir an babama benzetiyordum ve yüreğim ökseye tutulmuş kuşlar gibi titriyordu. Ama ne okul tatil olunca, ne daha sonraki günler o koca şehirden gelmedi babam. Babaannem her saçımı taradığında masallar anlattı bana:
– “Güzel kızımın babası gelecek ona şehirden süslü elbiseler getirecek sonra da kızımı alıp annesine kardeşlerine götürecek, ben kızımı çok özleyeceğim ama Ayşe'm mutlu diye sevinip avunacağım.”

Babaannem bana bu masalları anlattıkça masallardan soğuyor, uzaklaşıyor, öğretmenimin okumam için verdiği öykü kitaplarını bile evin herhangi bir köşesine bırakıp unutmuş gibi yapıyor, okumuyordum, çünkü onlar adı üstünde masaldı, insanları avutmak içindi, hatta biraz daha ileri gideyim insanları, masum kalpleri kandırmak içindi.

İki yıl sonra bir gün babacığım canım çıkageldi, gözlerim ışıldadı, içim coştu, bütün hücrelerim Ankara havası oynamaya başladı, delirdim, çıldırdım, her şeyi unuttum, akan gözyaşlarım bitti, babama uzun uzun sarıldım, bırakmak istemedim, bıraksam elimden uçup gidecek sandım, canım yandı, ürperdim daha bir sıkı sarıldım.

– “Dur kızım boğacaksın beni” diye güldü babam ve ekledi “hadi bakalım, babaannenle valizini hazırlamaya başla yavaş yavaş, amcanın düğününden sonra hemen döneceğiz, işyerinden fazla izin alamadım.”

– “Tamam dedim babama, sonrada kısık sesle sordum annemleri neden getirmedin düğüne?”
– “Kardeşlerinle zor olurdu geniş bir zamanda birlikte geliriz” dedi babam ve yanağımı okşadı sıcacık.

Ben hiç sorgulamadım babamı, gözümün gördüğü yerde bütün küskünlüğüm bitmişti, O benim babamdı. İçime gömdüm annemden kardeşlerimden ayrı geçen yıllarımı. Ve İstanbul macerası başlıyordu, evimiz güzeldi ama kardeşlerimin konuşması, giysileri, oturmaları kalkmaları bakışları bile değişmişti. Anacığım hep aynıydı, şefkat, merhamet, sevgi yumağı. İki yılım ailemin yokluğuna alışamadan geçmişti, şimdi kaç yılım bu hiç bilmediğim, uzak bir kentin rastgele seçilmiş bir sokağında geçecekti bilmiyorum. Bilsek de bilmesek de geçiyor, bizim idare ettiğimizi sandığımız zaman, aslında Rabbimizin istediği şekilde akıp gidiyordu.

Evlendim, evimizin karşı kaldırımında durduğu zaman gözlerimi gözlerinden alamadığım bir yarim oldu, ona apansız, yağmur mevsiminde vuruldum, onun gözlerine bakarken savruk bir düşte gibi hissederdim kendimi. Yağmur damlaları onun saçlarıyla birlikte sonbahar yapraklarını da ıslatır ve sokağımız baştan ayağa aşk kokardı.

Geçmişimin acı tatlı anılarını da heybeme koyup onun kaldırımında yürüme isteğimi kırmadı annemle babam. İçimde heyecanlı çocuk çığlıkları, yağmurlarla gelen sevgilimle evlendim.

Saçlarıma ak düştü çoluk çocuğa karıştım ama bir yanım hep ezik ve çocuk kaldı. Bir kere kırılmıştım ama bir daha hiç üzmedi, incitmedi babacığım beni, kardeşlerimi. O bizim dağımız, gücümüz, nezaketimiz, insanlığımız, zenginliğimizdi.

Ve dün babamı kaybettim ben... Mezarının başında toprağını okşarken farkında olmadan döküldüm. Haykırarak ağladım susturamadım kendimi tıpkı yıllar öncesi iki yıl boyunca dinmeyen gözyaşlarım gibi akıp gitti

Ah babam yapmayacaktın, bırakmayacaktın beni. Babaanneme, dedeme bakmak için küçücük yüreğimden medet umup benim yıllarımı çalmayacaktın. Ben hep yarım kaldım, ben hep korktum. Ben yeni bir şeyler yaptığımızda kardeşlerimden daha sonra uyum sağladım, ben gündelik ayrılıklarda bile diğer insanlardan iki misli acı çektim. Ve hep düşündüm amcam evlenip eve genç bir soluk getirmeseydi ben o evin demirbaşı mı olacaktım.

Seni çok seviyorum babam ama sen yine bırakıp gittin beni. Rahat yat yerinde babam, sana hakkım helal. Babaanneme, dedeme de helal olsun, biliyor ve anlıyorum ki onları kırmamak, yormamak, üzmemek adına benim yüreğimi istemeden feda ettin sen. Sana hakkım helal babam. Seni çok seviyorum lakin Rabbim seni daha çok sevmiş ki seni yanına aldı, ne zaman bilinmez ama özlemle yanına gelmeyi bekliyorum babacığım. Huzurla kal, anneciğimi kardeşlerimi merak etme beni hayatın zorluklarına karşı dimdik yetiştirdin sen, ben hepsine bakarım babam, sen rahat uyu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum