Raşit Duran
İrfan: Vicdan Kültürü
Önce bir Hak Dostuna kulak verelim:
“Savm u salat u hac ile,
Sanma biter Zahid işin,
İnsanı kâmil olmağa,
Lazım olan irfan imiş.” (N. Mısri)
Bir başka Hak Dostu da irfanı, “vicdan kültürü” olarak tanımlıyor. Vicdan için Bediüzzaman, “Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur.” diyor. Bireysel vicdan kadar -belki- ondan daha mühimi, toplumsal / maşeri vicdan olup, yaptırım gücü bakımından şahsî vicdandan daha kuvvetli ve daha etkilidir. Zira şahs-ı manevide/toplumsalda olan kuvvet şahısta yoktur. Vicdan denen hissiyat, bir fıtrat kanunudur. Fenalıklar karşısında her insan bir dayanağa ihtiyaç duyar. Vicdan sahipleri aynı zamanda insaf sahipleridir. Korkunun vicdan üzerinde tesiri vardır. O korkuyla vicdan, fıtri işlevini kaybettiğinde, adalet, hürriyet ve cemiyetin iyiliğine medar olacak bir şey kalmaz. Toplumsal ahvalimiz bize, kaynak zenginliğimize rağmen ciddi anlamda kuşatıcı ve etkili bir “vicdan kültürü” oluşturamadığımızı kendi lisanı ile söylüyor. Oysa “İnsaf Ya Hû!” diyen bir medeniyetin sahibi ve kültürün çocuklarıyız. Vakit geçmeden toplumsal çapta müessir bir “vicdan kültürü” inşa etmek mecburiyetindeyiz.
Sözün burasında, iki korkuyu birbirine karıştırmamak lazımdır. Biri, insanı esir alan “deli gömleği” olup; despotizmin vicdanlarda hasıl ettiği korku, diğeri insanı esaretten kurtaran Allah (cc) korkusu. Birincisi, tahakküm ve zulmü netice veren fıtrata muhalif bir korku iken ikincisi, her türlü fenalığı önleyen, insanın yönünü şerden hayra çeviren fıtrata muvafık/fıtri bir korkudur.
Bediüzzaman, “İmanlı fazilet medar-ı tahakküm olmadığı gibi sebeb-i istibdad da olamaz.” diyor. Vicdanının inançla doğrudan ve ciddi bir bağı bulunmaktadır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif, meseleye farklı bir pencereden bakarak şöyle diyor:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-i Yezdan'ın,
Ne irfanın kalır tesiri katiyen ne vicdanın.”
Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı isimli kitabında, zorbalık karşısında vicdanın kazandığı zaferi anlatır. Jean Calvin’in kurduğu, muhalif ve muarız düşüncelere özgürlük tanımayan diktatörlüğüne karşı çıkan din adamı Serveto’ya ölüm cezası verilince sahneye, vicdanın ete kemiğe bürünmüş yani tecessüm etmiş haliyle Castellio adında bir başkası çıkar, Calvinizim denen ve maşeri vicdanın idrakine giydirilmek istenen “deli gömleğini” çıkarıp atar.
Niyetim gerek içtimai gerek iktisadi hayatımızdaki, kıymetli tarihçimiz rahmetli Halil İnalcık’ın “tagayyür ve tağşiş” kelimeleriyle anlattığı yozlaşmanın sebeplerini hep hariçte, dış mihraklarda arayanlara reddiye manasında kendimize vicdanî bir ayna tutmaktır.
Reddiyeye gerekçem; “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Siz doğru yol üzere olduğunuz sürece sapıklığa düşenler size hiçbir zarar veremezler.” (Maide, 105) âyetidir. Mevhum-u muhalifiyle ayet bizi, “Eylem ve söyleminizle sıdkın/doğruluğun cadde-i kübrâsından ayrılmış, kizbin/yalanın tozlu çamurlu yollarına sapmışsanız, ortaya çıkan sonuç için hariçte düşman aranmayın!” diye ikaz ediyor.
Önce düşmanlarımızı ve hastalıklarımızı tanıyalım.
Üç düşmanımız: Cehalet, sefalet, ihtilaf.
Altı hastalığımız: Ümitsizlik, Yalancılık, Adavet, İstibdat, İhtilaf, Bireyselcilik.
Dahili bünyemizdeki bu düşmanları ve şu hastalıkları görmezden gelip, işin kolayına kaçarak, nazarları mevhum ve muhayyel harici bir düşmana çevirmekle hiçbir meseleyi çözemeyiz. Şu düşmanı def, bu hastalıkları tedavi etmeden ne manen inkişaf ne maddeten terakki mümkün değildir. Hem inkişaf ve terakki de adaletli ve hür zeminlerde filizlenir, boy atar, gelişir ve semere verir.
Ezcümle; fıtrat kanunları gibi iktisadi ve içtimai hayatımıza dair kanunları da kendimize göre eğip bükersek sonuç, iktisadi kriz ve içtimai kargaşadır. Böyle bir yozlaşmanın vizr ü vebalini kendimizde değil; sürekli dış mihraklarda aramak bir inhiraf, ikaz-ı ilahiye muhalefet, haktan ve hakkaniyetten ayrılmadır.
**
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.