Raşit Duran
Suyu Taşıyan Nehir: Said Özdemir - Biyografi - Taha ÇAĞLAROĞLU
Farklı biyografi kitapları okudum. Biyografi yazmak zordur. Hele bu, insanın kendisi dışında birisi ise. Daha da zoru Said Özdemir gibi kitlelere mal olmuş, dâvâ adamlarının ve emsali şahsiyetlerin biyografisini yazmak hem kelâm ve kalem erbabı olmak hem de maharet ister. Taha Çağlaroğlu, HİÇBİŞEY Yayınlarından çıkan Suyu Taşıyan Nehir: Said Özdemir kitabının önsözünde Said Özdemir için “efradını câmi ağyarını mâni” bir tanımlamada bulunmuş. Tek başına bu tanımlama bile kitabını ve kitabına konu şahsiyeti özetliyor.
Tarihini hatırlamamakla beraber Said Özdemir ağabeyi bir sohbet vesilesiyle geldiği Denizli Hafız Ali dershanesinde ben de ilk defa görmüştüm. İlerlemiş yaşına rağmen hayli dinç görünüyordu.
Kitapta Hasan Okur’un takrizi de hem kitabın hem Said Özdemir’in icmali mahiyetindedir. Suyu Taşıyan Nehir: Said Özdemir kitabı, bir biyografi kitabı olmanın ötesinde, Türkiye’nin o dönemdeki siyasi, iktisadi ve içtimai panoramasını çizen, bir hizmetin serencamını anlatan -âdeta- hem bir yakın tarih hem bir hizmet rehberi hem bir yol haritası hem bir anekdot hem bir hatırat niteliğindedir. Satır aralarında bunların hepsini birden okumak, izlemek, görmek mümkündür. Özellikle böyle dönemlerde medyanın/basının ehemmiyeti ve oynadığı (olumlu-olumsuz) rolü anlamak bakımından kitap bize önemli ipuçları vermektedir.
Mesela, kitaptan ilginç bir anekdot aktarayım: Said Özdemir, Diyanette genel sekreter olarak görev yaptığı dönemde bir gün Ahmed Feyzi Kul’u Dinî Eserleri İncele Kurulu’na götürüp, “Bediüzzaman’ın talebesi” olarak takdim eder. Feyzi Kul, Risale-i Nur’u ve Üstad’ı veciz ifadelerle anlatınca kurul, “Hangi üniversiteden mezunsunuz?” diye sorar. Ahmed Feyzi Kul’un cevabı hem gayet manidar hem gayet güzeldir: “Ben Risale-i Nur Üniversitesi’nden mezunum!” Şu cevap, Bediüzzaman’ın, “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.” (Lem’alar) sözünün Ahmed Feyzi Kul’da tecessüm etmiş halidir. Kitabın muhtelif yerlerinde insanı tebessüm ettirirken düşündüren hayli hatırat vardır.
Bediüzzaman’ın, Tillo’daki Hâsiye Türbesi’ne gelişinin üzerinde 34 yıl geçmiştir. Said Özdemir, “Yüksek Ruhlar” diyarında 1927 senesinde gözlerini dünyaya; Bediüzzaman da Nurlu bir hizmetin kapısını aralamak için Barla’ya doğru yelken açar. Üstad 49’uncu, Said Özdemir henüz birinci yaşının içindendir.
Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen gücün hedefinde aslında tek bir şahsı değil, topyekûn hem bayraktar hem kahraman bir millet ve o milletin şahsında âlem-i İslâm vardır. Asrın gidişatını asrın başında okumuş Bediüzzaman, oynanan oyunun pekâlâ farkındadır. Fakat bu oyunda figüranlık yapanlar, haklarında, kaderin nasıl bir fetva verdiğini bilmediklerinden, sahip oldukları beşerî güçle başarılı olacaklarını sanmaktadırlar.
Özdemir’in çocukluk yılları; Türkiye’nin sosyal ve siyasal anlamda en çalkantılı, Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarıdır. Devlet-i Aliyye sahneden çekilmiştir. “Muasır medeniye seviyesine” yükselmek için devrimler yapılacak, ülke ve millet, kalp-kafa anlamında dönüştürülecektir. Hedefte din-i İslâm vardır. Temel argüman: geri kalışımızın sebebi dindir. Bediüzzaman Ankara’ya 1922’de Said Özdemir ise 1938 gelmiştir ki henüz 11 yaşındadır. Olup bitenlere bir anlam veremese de farkında olarak lise yıllarını idrak etmiştir. 12 yaşına girince İkinci Dünya Savaşı patlak verir. Lisedeki Milli Güvenlik dersine giren yüzbaşının, cuma namazına denk gelen derste cuma için Said Özdemir’e izin vermesi o tarihlerde Türkiye manzarasıyla pek örtüşmeyen enteresan bir durumdur. Kaderin buluşturduğu bir başka ilginç durum da Said Özdemir ile Ömer İnönü’nün aynı lise ve aynı üniversitede (İTÜ) okumuş olmalarıdır. “Kader konuşunca insan susarmış.” (Kitaptan)
1950’de memuriyet hayatı başlar Said Özdemir’in. Ankara’da gezici vaizdir. 14 Mayıs 1950 tarihi, Menderes ve Demokratların iktidara geldiği, Türkiye’nin başta hürriyet olmak üzere olumlu yönde gelişmeye başladığı yıldır. Bundan önce, 1932’den 1950’ye kadar 18 sene ezan Türkçe okunmuştur. Geçmiş çalkantı yıllar, Bediüzzaman’ın “milleti kalp hastalığı” dediği hastalığı netice vermiştir: zaaf-ı diyanet.
Said Özdemir’in Bediüzzaman’ı bulması, “arayan bulur” fehvasının canlı kanıtıdır. Diyanetten bir şahsın kendisinin ilerde mehdi olacağını söylemesi üzerine şüpheye düşer, bu şüphe ve tereddüt onu (baba-oğul) Konya’ya götürür, oradan da bir yatsı vaktinde Isparta’ya ve Bediüzzaman’a ulaştırır. Fakat Üstad sadece (baba-oğul) Osman ve Said Özdemir’i huzura kabul eder. “Yetmiş senedir Tillo’dan bir yardımcı vermesi için Allah’a dua ediyordum. Allah sizi bana yolladı.” der. Onlara, yaşadığı olayları ve hatıraları anlatır ki, bunlar bile başlı başına birer ibretlik tarihi olaylardır. Huzura kabul etmediği diğer kişi için (baba) Osman Özdemir’i uyarır: “Onunla meşgul olmayın, zarar görürsünüz.” der. Daha sonra Bediüzzaman, o kişiyle ilgili olarak Mustafa Sungura, “Onlarla gelen zat, meczup!” der. Demek, böyle muvazenesiz kişiler ve iddiaları, dinleyen ve tabi olanları maddi-manevi zarara sokmaktadır.
Said Özdemir memleketin gidişatından memnun olmadığından Hicaz’a girmek istediğini Bediüzzaman’a söyleyince, “Kardeşim! Ben orada olsam buraya gelirdim. Âlem-i İslam kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit, bu kapı açılacak. Katiyen buradan girmek için izin yok, caiz değil!” der. Şu mühim söz, “Risale-i Nur’un sefine-i Nuh, Anadolu’nun Cudi” hükmünde olduğunu ihsas etmekle önemine işaret etmektedir.
Ayyıldız ve Doğuş Matbaası
Türkiye’nin yokluk ve muarız ve muhalif kıskacında olduğu yıllardır. Mesela, 1956 yılında Atıf Ural’ın himmetiyle alınan teksir makinası, havacı astsubay Ali Demirel’in evine gizlice arkadaki mutfak penceresinden getirilir. Sebebi de babasının risalelere muhalif olmasıdır. Evet, bir yanda hizmet için can atan baba-oğul Osman ve Said Özdemir, beri yanda oğul Atıf’ın hizmetine mâni olmak isteyen bir baba. Sırf şu sıradan basit olay bile, o günkü Türkiye’nin içtimai/toplumsal manzarasını özetler mahiyettedir.
Ankara’da teksir makinesi ve daktilo ile neşir hayatına başlarlar. Önce İhlâs ardından Uhuvvet, İktisat, Ramazan ve Haşir Risalelerini basarlar. Artık hizmette matbaa süreci başlamıştır. 1956 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Risale-i Nur’lar hakkında olumlu görüş bildiren bir Bilirkişi Raporu hazırlanır. Dr. Tahsin Tola, Risalelerin devlet eliyle basılması için Diyanetle irtibata geçer. Fakat Türkiye, geçmişin tek adamlık döneminden gelen baskının korkusunu ve tedirginliğini henüz üstünden atamamış olmalı ki Başkan, “Başbakan’dan emir gelmedikçe basamayız!” der. Dr. Tahsin Tola Başbakan Menderes’i ziyaret eder, Üstad’ın arzusunu iletir, olurunu alır. Başbakan, “Sizi vekil tayin ettim, Başkan’a söyleyin risaleleri bassın.” der. Fakat Başkan, “Kendim Başbakan’la görüşmedikçe basamam.” diyerek teklifi geri çevirir. Ancak bütün girişimlerine rağmen Diyanet İşleri Başkanı Başbakan ile görüşemez. Her dönemde olduğu gibi özellikle böyle geçiş dönemlerinde kraldan çok kralcılar vardır. Bu kişiler, memleket ve millet lehinde olacak her türlü hayırlı teşebbüsün önünde Çin Seddi görevini yaparlar. O günkü Başbakanlık Müsteşarı olan kişi de işte böyle Sedd-i Çin vazifesini yapan birisidir. Bediüzzaman, “Bu azim sevap onlara nasip olmayacak, siz basacaksınız.” diyerek; “şimdiki neslin okuyacağı, anlayacağı lisanla” yeni yazıyla, matbaa lisanıyla, talebeleri tarafından basılarak Türkiye’ye ve dünyaya yayılması için yeni bir yol haritası verir.
Risale-i Nurların öncelikle Ankara’da neşredilmesi ve Bediüzzaman’ın, “Nasıl ki bir zamanlar İstanbul şehri âlem-i İslam’a merkez olmuştu, öyle de inşallah bir zaman gelir, Ankara şehri de onun gibi İslâm âlemine bir merkez olacak.” sözü, söylendiği dönem düşünüldüğünde hayli dikkat çekicidir.
Ankara, İstanbul, Antalya ve Samsun’da risaleler basılmaya başlanır. Bu duruma çok sevinen Bediüzzaman, “Bu, Risale-i Nur’un bayramıdır.” sözleriyle memnuniyetini ifade eder. Said Özdemir’e kendisi ve risalelere hizmet için vekalet vermiştir.
İhlas açısından dikkat çeken mühim bir olay şudur: Said Özdemir, matbaada basılan Büyük Sözler’i Bediüzzaman’a götürmüş, bedeli 25 lira olan kitabı, “Parasız almak istemiyorum.” demiş, 25 lirayı vererek Sözler’i almıştır. Yani müellif; kendi telif ettiği ve parasını vererek bastırdığı kitabını yine parasını ödeyerek almıştır. Hepimize örnek teşkil edecek İhlâsın zirve noktası!
1956 yılında Afyon Mahkemesi Risale-i Nurların beraatine karar vermiş; demokrasilerde dördüncü kuvvet olduğu söylenen ve fakat henüz tam bağımsızlığını kazanamamış o günün medya/basın dünyası bu kararı görmezden gelmiştir. Bu durumu içine sindiremeyen nur talebesi Recep Unaz, Antalya’da arkadaşı Suphi Neşet Türel tarafından çıkartılan İleri gazetesinde bu kararın yayımlanmasını sağlar. Bununla birlikte gazetede Hutbe-i Şamiye ve Hanımlar Rehberi de yayımlanır.
Tarihçe-i Hayatın Neşri (1958)
Said Özdemir 31’inci yaşını idrak etmiştir. Risaleler ve Tarihçe-i Hayat matbaalarda neşredilmiştir. Bediüzzaman, “Kardeşim, Tarihçe-i Hayat’ı basacaksın; ama sana bundan dolayı hapis görünüyor. Razı mısın?” diye sorar. Tillolu Said, “Razıyım!” der ve Tarihçe-i Hayat, Kahire’deki öğrencilik yıllarında Üstad’ın ismini duyan Ali Ulvi Kurucu’nun önsözü ile basılır. Bir ülke ve yönetim düşünün ki, bir kişinin hayatını kitap halinde yazmak ve bundan dolayı hapse atılmak tehlikesi! Bugün ne kadar tuhaf geliyor değil mi?
Diyanet Camiası ve Risale-i Nur
Siyasi otoritenin baskısı altındaki Diyanet İşleri Başkanlığı, en zorlu dönemini 1960 – 1966 yılları arasında yaşamıştır. Darbe dönemleri hariç tutulursa teşkilat, Risale-i Nurlar hakkında hep olumlu rapor vermiştir. Said Özdemir’i sınavla teşkilata alan ve 1947 yılında asaleten Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmet Hamdi Akseki, Bediüzzaman’ın Şekerci Han’da kaldığı günlerde İstanbul’da öğrencidir. Mustafa Sungur, risalelerle birlikte Bediüzzaman’ın mektubunu Başkan Akseki’ye verir.
1961 yılında Hasan Hüsnü Erdem Diyanet İşler Başkanı olurken, yardımcılığına emekli bir general getirilir. Başkan yardımcısı general, Nurculuk aleyhine bir broşür hazırlayıp neşretmek isteyince Başkan kabul etmez ve emekli edilir. (1964)
Gazeteci Eşref Edip’e dert yanan Başkan Erdem, makamın siyasete karıştırıldığını, hakkında daha evvel yüzlerce olumlu rapor verilmiş Risale-i Nurların aleyhinde yayımlanacak broşüre imza atmayacağını söyler. Bu rapor, Diyanetin sonraki neşriyatında imzasız olarak neşredilir. Yani, resmî ideolojinin ve müesses nizamın yasakları hâlâ Türkiye’de hükmünü icra etmektedir. Öyle ki, Risale-i Nurları basmak için kâğıt bulamazlar ve 1958’de kâğıt satın almak için SEKA müdürüne giderler ve fakat kendilerine kâğıt verilmeyeceğini öğrenirler. Bu bağlamda, Risale-i Nurlar hakkında en olumsuz rapor 1964 senesinde, İnönü döneminde Diyanet İşleri Başkanı olan Tevfik Gerçeker tarafından hazırlanmıştır.
Radyoda Risale-i Nur Reklamı
Yasakların ve baskıların devam ettiği 1958 yılında çok enteresan bir olay olur: Said Özdemir, bir reklam pusulasıyla Radyo Dairesi’ne başvurur. Görevliler bunu normal bir reklam zannederek, kelimeleri sayarlar (otuz kelimedir) ve kabul ederler. Reklam, üç gün boyunca akşam saatlerinde yapılacaktır. Bu durumdan bütün nur talebeleri haberdar edilir. Bediüzzaman da reklamı dinlemek için odasından arabasına iner. Reklam saatinde spiker reklamı anons eder. Fakat ertesi gün, saat geldiği halde anons yapılmaz. Said Özdemir sebebini sorduğunda görevliler, “Bizi aldattınız. Köşkten bizzat Reisicumhur telefon etti, bizi azarladı. Paranızı alın, bir daha olmaz!” dediler. Fakat bir defa da olsa reklam yapılmış, olumlu etkileri ve birçok beraate vesile olmuştur. Nur talebeleri mahkemede, “Devlet radyosunda reklamı yapılan bir eser nasıl olur?” şeklinde itirazda bulununca mahkeme heyeti, durumu Radyo Dairesi’ne sormuş, oradan, “Evet yapıldı” cevabı gelince beraatlerine karar vermişlerdir. Bütün bu olaylar kendi lisanıyla bize, memleketin o günkü yönetim anlayışını hiçbir yalanlamaya hacet bırakmadan şerh ve izah etmektedir. İşte Taha Çağlaroğlu’nun Suyu Taşıyan Nehir: Said Özdemir kitabı bu yönüyle de sanki bir yakın tarih kitapçığı niteliğindedir.
1958 Ankara Davası
Risale-i Nur hizmeti âdeta bir davalar tarihidir. 1958 yılında dine düşman kesimlerin ortaya attığı iftiralara cevap için bir mektup hazırlanıp Doğuş Matbaasında basılır. Mektup o günün milletvekili, hâkim, savcı, kaymakam ve valilerine gönderilir, apartmanlara dağıtılır. Bunu fırsat bilen bağımlı muarız basın hemen yaygarayı koparır: “Nurcular Ankara’da beyanname dağıttı!” Mektubun altında isimleri bulunanlar Emniyet Birinci Şube’ye götürülür ve gözaltına alınırlar.
Ankara davasıyla bir hizmet eri sahneye çıkacaktır: Avukat Bekir Berk. Bu davayla birlikte tarihe geçecek olan şu sözü söyler. “Sizi mi davanızı mı savunayım?” Talebelerin hepsi “Risale-i Nur’un savunmasını yap!” derler. Evet, bütün hak davalarda bu muhteşem tavrı görürüz: Dava adamlarının hepsi kendini değil; davalarını savunmuşlardır. Hiçbişey Yayınlarında çıkan Özgürlük Üçgeni adını verdiğimiz kitabımızda hürriyet kahramanlarının bu ortak hususuna özellikle vurgu yapmıştık. Ankara davası Avukat Bekir Berk’in altı ay boyunca Risale-i Nurları okumasına da vesile olacaktır. Dava, beraatle sonuçlanır.
1959 - 1960 Arası
1959 senesinde ilginç bir olay yaşanır. Menderes Londra’ya gidecektir. Bediüzzaman yakın talebelerinden Ali İhsan Tola ile Atıf Ural’ı seyahatini ertelemesi için Menderes’e gönderir. Fakat İstanbul’a gitmiş olan Menderes’e bu istek ulaşmaz. Ertesi gün uçak Londra’da düşüp parçalanmış, Menderes uçaktan sağ kurtulmuştur.
Ankara Denizciler Caddesi’ndeki Beyrut Palas Oteli 38 numaralı oda Bediüzzaman için ayırtılır. Fakat otelin misafiri gelmeden otel polis ve gazetecilerle dolmuştur. Burada da İrtica Masası Şefi Abdülkadir Denizlioğlu ile Üstad arasında oldukça ilginç ve tarihe geçecek bir diyalog yaşanır ki, okumaya ve düşünmeye değer. Bütün bunlar gösteriyor ki yaşanmakta olanlar bir tesadüfler manzumesi değildir. Her şey kader-i İlahide yazılmış ve çizilmiştir. Bir yanda kaderin planı diğer yanda beşerin. Bu sırada İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nden sürekli talimatlar gelmektedir: Said Nursi’yi Ankara’dan çıkartın!
Beyrut Palas’ta Bediüzzaman, on beş kişilik ziyaretçi grubuna şu dersi yapar (1959): “Kardeşlerim! Artık komünizm ve masonluğun beli kırılmıştır. Bundan sonra bir şey yapamayacaklardır. Korkmayın. Risale-i Nur’un neşri bitmiştir, yeni telif yoktur. Bundan sonra vazifemiz, UHUVVETE çalışmaktır.” Şu ders ile bugünkü âlem-i İslâm’ın halini yan yana getirdiğimizde, Üstad’ın ne kadar haklı, hakikatli, isabetli bir tespit ve teşhiste bulunduğunu anlıyoruz. İmtizaçkârâne ittihat ile beraber hâlâ imtizaçkârâne ittifak, uhuvvet ve muhabbeti gerçekleştirdiğimizi söylemek pek mümkün değildir. Bunu gerçekleştirmek için çalışmak zorundayız.
3 Ocak 1960 Pazar günü talebelerine “Umum talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu son derstir.” başlığıyla neşredilir: “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rızayı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır.” Ve 18 Mart 1960 tarihinde, Said Özdemir’e “Kardeşim, sana son vasiyetim! Hizmeti düşünmeyin. Cenab-ı Hak bu hizmeti, en muhaliflere bile yaptıracaktır. Sizin düşüneceğiniz Uhuvvet, Muhabbet, İttihat ve Tesanüt.” der. Bugün pek çok defa gözardı ettiğimiz ve eksikliğini hem bireysel hem toplumsal hayatta hissettiğimiz mühim düsturlardır. Kitap; satırları arasında hizmeti alakadar eden önemli prensipleri de aktarmaktadır. Onun için hizmet rehberi niteliğinde diyoruz.
Bediüzzaman, Şanlıurfa’da, 21 Mart’tan 23 Mart 1960 Çarşamba gününe, Ramazan ayının 25’inde dünyaya veda edeceği vakte kadar İpek Palas Oteli’nin 27 numaralı odasında kalır. Bu sırada Said Özdemir, Sikke-i Tasdik-i Gaybî ismli eseri neşrettiği için 33 gün süreyle kalacağı Ulucanlar Cezaevi’nin 7. Koğuşunda tutukludur. Bu sebeple, 24 Mart 1960 tarihinde Bediüzzaman’ın vefat haberini Ulucanlar Cezaevi’nde gazetelerden öğrenir. Yüreğini yetimâne rabbani hüzünler kaplar.
Kitapları Yalnız Moğollar mı Yakar?
Moğolların istila ettikleri beldelerde kitap yaktıklarını tarih kitaplarından okumuşuzdur. Aynen bunun gibi matbaada basılan beş bin adet Sikke-i Tasdik-i Gaybî emniyet tarafından alınmış, yakılmak üzere adliyenin kömürlüğüne atılmıştır. Said Özdemir, Savcıya “kitapları bize teslim edin” der, savcı ise “Yakacağız!” der. Birinin derdi iman kurtarmak diğerinin derdi kendi makamını kurtarmak. Zübeyir Gündüzalp ile istişare ederek kitapları kurtarmaya karar verirler. Kömür deposunda vazifeli kaloriferciyi razı edip, depo kapısını açık bırakmasını söylerler. 10-15 kişiyle, kitapları önceden kiraladıkları depoya naklederler. Fakat Necati isimli depo bekçisi, polise ihbar edince Said Özdemir’i bulup depoya getirirler. “Bu kitaplar senin mi?” diye sorunca Özdemir, “Benim!” deyince, kurtarılan kitaplar yeniden adliye kömürlüğüne taşınır.
Operasyonun ikinci kez yapılmasına karar verirler. Aynı kaloriferciyle görüşürler, kapıyı açık bırakmasını sağlarlar. Aynı grup yine kömür deposuna girip, bu sefer kitapları bir arabaya yükleyip Eskişehir Çifteler’de bir samanlığa saklarlar. İnsanı acı acı gülümseten, polisiye filmlerini aratmayan bir serüven gibi değil mi?
27 Mayıs’a Doğru
14 Mayıs 1950 tarihi Menderes’in ve demokratların zaferi, halkçıların hezimet tarihidir. Çeyrek asırlık bir iktidar ve gücün kaybedilmesi karşısında halkçı cephede ciddi bir hazımsızlık vardır. Dünden bugüne darbecilerin klasik bir taktiği vardır: şartları olgunlaştırmak. Bunun aynen tekrarını, 78 kuşağı olarak ben ve kuşağım, üniversite yıllarımızda 12 Eylül l980 darbesinde de yaşadık. Tıpkı 27 Mayıs öncesi öğrenciler nasıl sahaya sürülmüşse 12 Eylül öncesinde de özellikle üniversite öğrencileri, memleketin hemen hemen her bölgesinde ellerine silah ve sopalar verilerek sahaya sürülmüştür. Askeri kesim de olaylara ciddi anlamda müdahale etmek yerine sütre gerisinde şartların tam olgunlaşmasını ve bundan vazife çıkarmak için beklemiştir.
27 Mayıs 1960 günü ülke üstüne karabasan gibi çöken darbe yapılmış, millet iradesinin tecelli ettiği Millet Meclisi kapatılmış, adalet askıya alınmıştır. Artık hukukun üstünlüğü değil; üstünlerin hukuku hükümfermadır. Başbakan ve demokratların, millet nezdinde adı Yaslıada olan Yassıada’da “sözde mahkeme” süreci başlamıştır. Bu arada pek çok nurcu Namaz kılmak suçundan (!) tutuklanmıştır.
Said Özdemir kendi isteğiyle o günkü darbeci kadroda yer alan Albay Türkeş’le görüşmeye gider. Türkeş’in milliyetçilik konusundaki hassasiyetini bilmiş olmalı ki, Risale-i Nur’dan İslâmiyet’in milliyetçilik anlayışını özetle anlatır. Albay, Özdemir’e teşekkür ederek uğurlar. Ve ihtilal komitesi Türkeş’i zoraki yurt dışına gönderir. Risale-i Nur davasını anlatmak ve hizmete zarar gelmesini önlemek için Said Özdemir, komite üyesi Emanullah Çelebi’ye gider ve Risale-i Nur davasını anlatır. Çelebi de Diyanet Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen’e gitmelerini, bununla ilgili askeri yönetime rapor göndermesini ister. Başkan da görüşme sonucunda olumlu rapor verir.
Risale-i Nur aleyhtarlığı Bediüzzaman’ın vefatıyla da bitmemiştir. Vefatından yaklaşık üç buçuk ay sonra askeri yönetim Üstad’ın mezarını açmış, Isparta’da meçhul bir yere nakletmişlerdir. Nasıl bir kindir ki, sağlığında mahkeme mahkeme dolaştırdıkları, üstelik her mahkemeden beraatle çıkmış bir zatı mezarında da rahat bırakmamıştır. Üstelik ceset bozulsun diye darbeciler sandukayı ters (yüz üstü), kıbleyi de ayarlanmadan koymuştur. Durumdan haberi olan nur talebeleri Bediüzzaman’ı alırlar, vasiyet ettiği yere defnederler.
Özdemir Ailesi (baba, anne, oğul, gelin) bir hizmet ailesidir. Annesi Münire Hanım, Ankara’da 1960’da ilk hanımlar dersini başlatmıştır. İlginçtir, bu derse katılan hanımlardan birisi de Asiye Mülazımoğlu isminde, Üstad’a yemek ve hizmet yapmış Kastamonu hapishane müdürünün kızıdır.
Kitaptan yine ilginç bir anekdot aktaralım:
Özdemir’in tıpkı kitap kurtarma operasyonu gibi bir de çanta kurtarma operasyonu vardır ki, ibretliktir. 1961’de Süleymaniye’deki dershanede baskına uğrarlar. Çantasında İçtihat Risalesi klişeleri vardır. Polislere, arama kararı olmadıkça çantayı açmayacağını söyler. Sirkeci Emniyet binasının altınca katına çıkarlar. Bir fırsatını bulan Özdemir, hızla Hocapaşa camisine gidip çantasını boşaltır. Artık ortada ne çanta ne Said Özdemir vardır. Emniyet şaşkınlık içinde, çantalı adamı aramaya başlar. Güneşin oğlu lakaplı komiser Said Özdemir’i bulmak için ant içmiş, fakat Özdemir Ankara gitmek üzere otobüse binmiştir. Bindiği otobüste aranmakta olan Necdet adında bir gangster vardır. Emniyet kimlik kontrolü yaptığından şoför zaman kaybetmemek için yan yolları kullanarak ana yola çıkar. Böylece Özdemir polislere takılmaz.
Said Özdemir’i tekrar yakalayıp Gümüşsuyu Askeri hapishanesine gönderirler. Menderes’in idam edildiği 17 Eylül 1961’de de 45 gün kalacağı Sultanahmet Kapalı Cezaevi’ne getirirler. Hapis hayatının 45. Gününde Özdemir, Bediüzzaman’ı rüyasında görür. Ertesi sabah hâkim, “Dosyada bir şey yok, tahliye yazacağım.” der ve hürriyetine kavuşur. Aralıklarla altı ayı geçen hapis cezası aldığından memuriyetten uzaklaştırılır. Fakat suç, yüz kızartıcı olmadığından bir müddet sonra memuriyete geri döner.
Basın Dünyası Giriş
Sinan Omur’un gazetesi Hür Adam, 1950’de yayına başlamış, Risale-i Nurları ilk neşreden gazetedir. Darbeden sonra Omur’u gözaltına almışlar, gazeteyi de kapatmışlardır. Darbeci zihniyetin hiç değişmez kanunu: gözaltı ve yasaklardır.
Kemal Ural’ın çıkardığı, 1962’de yayına başlayan Şule Dergisi’nde N. Topçu, İ. H. Danişmend gibi yazarların yanında S. Okur ve B.N. imzasıyla Bediüzzaman’ın yazıları da yayımlanmıştır.
1928 Harf İnkılâbı’ndan sonra Eşref Edip’in “Sebilürreşad”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Serdengeçti”, Salih Özcan’ın “Hilal”, Şevket Eygi’nin “Yeni İstiklal”;
Said Özdemir’in öncülüğünde (1963’te) Ankara’da “İrşad” ve İhlâs” gazete/dergileri çıkmış, İhlas gazetesi, o zamanki Ankara Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural tarafından bir hafta süreyle kapatılmıştır. Gazete, “Bediüzzaman’ın “Ey Âlem-i İslam Uyan!” yazısı ve sarıklı resimle tekrar basılınca süresiz kapatılır; Said Özdemir ile beraber Akli Gürbüz, İsmail Anbarlı ve Muzaffer Deligöz’ü Ankara dışına sürülür.
Konya’da Mustafa Kırıkçı tarafından (1963’te) önce “Bediülbeyan” ardından “Bediüzzaman” dergileri çıkarılır. Emniyet, Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul’dan zorla aldıkları bir yazıyla daha ilk sayısında dergi toplanır ve Kırıkçı tutuklanır. Sonra beraat eder ve Bediülbeyan dergisini çıkarır.
İzmir’de 1964’ten itibaren Zülfikar adıyla bir gazete çıkarırlar. Ancak on sayı çıkan gazete, “Nurculuk propagandası yaptıkları ve toplatılmasına karar verilen Zülfikar gazetesini satmaya teşebbüs ettikleri” gerekçesiyle yargılanırlar ve haklarında takipsizlik kararı verilir.
1967’de Zübeyir Gündüzalp, bir gazetenin çıkarılması için nur talebeleriyle, Sincan’da Salih Özcan’ın evinde toplantı yapar. Gazetenin çıkarılmasına karar verirler, İmtiyaz sahibi ve finansörü Salih Özcan olacaktır. Başyazarı Mustafa Nezihi Polat olan ve tirajı 80 bine kadar çıkan İttihat gazetesi haftalık olarak çıkmaya başlar. Artık cihat silahla değil; kalem ve neşriyatla olacaktır.
Bir Suikast Girişimi: 1964
Said Özdemir, İzmir’in Çeşme ilçesine müftü olarak tayin edilir. Bu arada Zülfikar gazetesi kapatılınca Uhuvvet Gazetesini çıkarmaya başlarlar. Gazetede Ahmet Feyzi Kul yazılar yazmaktadır. Kul, bir yazısında, İhlas gazetesini kapattıran Doğu Menzil Komutanı Faruk Güventürk’e, “Sen Türk’ün paşası değil, melun zihniyetin maşasısın!” deyince, gazetenin Said Özdemir tarafından idare edildiğini bilen komutan bir suikast yapılması, arkasında kurşunla vurulması için Çeşme tabur komutanına talimat verir. Bunda başarılı olamayınca, kaldığı müftülük binasına zehirli bir engerek yılanı atmışlardır. Özdemir, odasına gelince Muzaffer Deligöz ve İsmail Anbarlı, “Odada yılan var!” demişler, eline bir tahta parçası alarak yılanla bir müddet mücadele etmiş, sonunda başını ezmiş, dışarıya atmıştır. Bunu gören yaşlı adamlar, “Buralarda böyle yılan olmaz. Bunu dışarıdan atmışlar!” demişlerdir.
Bu olay üzerine oradan ayrılmaya karar veren Özdemir’e kaymakam, emniyet müdürlüğüne gidip, “Müftüyü bırakmayın. Hakkında tahkikat var!” deyip engel olmak ister. Özdemir “Tahkikat varsa çıkarın!” deyince emniyet müdürü, “Bizde böyle bir tahkikat yok.” der. Çaresiz kalan kaymakam, “Öyleyse gidebilirsin.” demiş. Fakat yollardaki karakollara, “Müftüyü bırakmayın!” diye talimatlar verir. Özdemir, bir yol kavşağında minibüsten inip, bir kömür kamyonuyla Seferihisar’a gider. İçinde Said Özdemir’in olmadığı minibüsü İzmir girişinde durdurup, konvoy eşliğinde Emniyet’e götürürler. Dar bir sokağa geldiklerinde şoför İsmail Anbarlı ani bir hareketle sokağa sapıp, izlerini kaybettirip takipten kurtulurlar.
Tarihçe-i Hayat Hapsi: 1964
Çeşme’den Ankara’ya dönen Özdemir, Güventürk’ün emir ve talimatıyla tutuklanır. Mustafa Sungur’un telif ettiği, Tahsin Tola ile beraber Tarihçe-i Hayatı yayımlayan Said Özdemir’in suçu (!) kitapta geçen, “Muasır medeniye seviyesine ulaşacağı, ulaştıracağız.” cümlesiyle, “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaretten” dolayı Özdemir ve Tola’ya birer buçuk yıl, Sungur’un da bu “kitabı bastırıp yayınlanmasında müzaherat ve muavevetten” dokuz ay hapis cezası verilir.
Ülkenin Cumhurbaşkanı Sunay, 1966 tarihli radyo konuşmasında, (bağımsız ve tarafsız TC mahkemelerin verdiği onca beraat kararına rağmen) Nurculuğun Anayasa’ya aykırı olduğunu söyler.
Yine 1966 yılında, Özdemir dahil nur talebeleri, hapistekilere yazdıkları mektuplarda risalelerden pasajlar yazarlar. Bunlar birleştirilip risale metinleri oluşturulur ve Ulucanlar hapishanesinde okunur. Mahkumlar namaz kılanların sayısı artınca, hapishane yönetimi, dansöz getirterek herkesin bu eğlenceye katılmasını mecburi tutar. Nur talebeleri “Ölürüz fakat katılmayız!” diyerek karşı çıkarlar.
68 Kuşağı Hareketleri ve Anarşizm
1968 senesi hem Türkiye’de hem dünyada Marksizmin anarşist hareketlerinin boy gösterdiği yıldır. Öğrenci olayları günden güne artmaktadır. 1968’den 1980 sonrasına uzanan süreçte anarşi ortamı ülke gündemini meşgul edecektir. 1930’lu yıllarda memleket tarlasına ekilen maddeci-materyalist tohumlar meyve vermeye başlamıştır. 1971 yılı, nur talebeleri için şiddetli geçen bir senedir. 12 Mart 1971 muhtırası verilir.
3 Mayıs 1971 tarihinde gazeteler, “Ankara Sıkıyönetim Komutanlığınca, çoğunluğu çocuk olan 18 kişinin, başlarında takke, ellerinde tesbih olduğu halde nur ayini yaparken suçüstü yakalanmışlardır.” şeklinde haberle çıkar. Hani “Duy da inanma!” derler ya. Takke ve tesbihle ayin yapmak (!)
Özetle Taha Çağlaroğlu’nun Suyu Taşıyan Nehir: Said Özdemir kitabı; 2016 yılında noktalanan bir hizmetin ve şahsın serencamını, kimi zaman tebessüm ettiren kimi zaman düşündüren kimi zaman hüzünlendiren ibretlik vakalarla anlatırken, o yılların Türkiye manzarasını, yönetim ve yönetici anlayışını, yaşanan nice absürt olayları, kanun namına yapılan kanunsuzlukları, daha nicelerini gözler önüne sermektedir. Kitabın hacminden dolayı bazı yerlerle ilgili kısımları tayyettiğim kitap; okunup, üzerinde pek çok cihette tefekkür edilmesi gereken, hizmet-i imaniye adına gayet faydalı bir kitaptır. Taha Çağlaroğlu’nun eline ve emeği sağlık diyerek, hayırlara vesile olmasını dilerim.
**
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.