Raşit Duran
Koruyucu Hekimlik ve Risale-i Nurlar
Başlığı okuyunca, “Koruyucu hekimlik ile Risale-i Nurların ne alakası var?” diyebilirsiniz. Asrın hâzık / tam ehil ve uzman hekimi Bediüzzaman, insan hayatının (hem dünyevi hem uhrevi) her alanına şamil ölçü ve düsturları, Kur’anî ve Nebevî (as) kaynaklardan alıp pratik, anlaşılır ve kullanılabilir reçeteler halinde bize sunmuştur. Risale-i Nurlarda, her bir meslek sahibi isterse kendi alanıyla ilgili yararlı bahisleri bulup çıkarabilir. Sağlık çalışanı değilim. Fakat sağlık emekçilerinin teşekkür ve duayı hak eden hayırlı bir hizmet yaptıklarına inanıyorum. Beden sağlığımızı koruduğumuz gibi ruh ve akıl sağlığımızı da korumak da görevimizdir. Bu görev hem şahsi bünyemiz hem toplumsal bünyemiz için geçerlidir. Zira “İnsan, medeni-i bittab olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef(tir).” (Münazarat) Buradaki “hukuk” kelimesini sadece adlî manada anlamak eksik olur. İnsan hak ve hukukunu ilgilendiren her mesele şeklinde anlamak daha doğru bir yaklaşım olur diye düşünüyorum.
İnancımız beş şeyin korunmasını istiyor:
1. Hayat,
2. Din,
3. Akıl,
4. Nesil,
5. Mal.
Koruma ya da korunmanın birinci şartı doğru bilgi ise ikincisi de tedbir olmak gerekir. Bir önceki yazımızda, Bediüzzaman ve Risale-i Nurların -teşbihte hata olmasın-, günümüzde bir anlamda koruyucu hekimlik vazifesi de yaptığını ifade etmiştik. Zira koruyucu hekimlik, hastalıktan sonra değil; hastalık ortaya çıkmadan önce insanlar hasta olmasın diye icra edilen, insan hayatının hemen tamamını içine alan çok geniş kapsamlı (maddi-manevi), son yıllarda ön plana çıkan bir sağlık programı, tıbbi bir tedbir ve faaliyet türüdür. Bununla ilgili bir misal vermek gerekirse, “İmanın binler mehasininden” bahsettiği Yirmi Üçüncü Söz’ün fiili dua ile ilgili kısmında Bediüzzaman, “müsebbebi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almak.” tabirini kullanmaktadır. İşte şu “vaziyet-i marziye almak” kavramını sair işler gibi sağlık çalışmalarına uyarladığımızda koruyucu hekimliği de kapsamaktadır. Milletin kalp hastalığı olan zaaf-ı diyaneti bir asır evvelden teşhis eden asrın hâzık/ehil ve uzman hekimi Bediüzzaman reçetesini yazmıştır Bahsini ettiği hastalığın pek çok esef verici tezahürlerini bugün hepimiz yaşıyor ve görüyoruz. Hastalık çoğalmadan ve yayılmadan ve toplumsal bünyemizi esir almadan bu hâzık hekime kulak vermek ve reçetesini kullanmak mecburiyetindeyiz.
“Beşikten mezara ilim.” (Hadis) temelli bir kültür ve medeniyetin varisleriyiz. Fakat dünümüz ile bugünümüz arasında fark öylesine büyük ki. “Kökü mazide olan ati” (Yahya Kemal) olmak bu olmasa gerek. Rahmetli tarihçimiz İlhan Bardakçı’nın Tarihten Bugüne “1982” isimli kitabında anlattığı onlarca ihtişamlı tarih sahnelerini okuyunca insan, “Neymişiz ne hale gelmişiz?” demeden edemiyor. Dün; ümera/yönetici ve ulema/alim ittifakı yani bir başka anlamda kalp ve kafa ittifakı o muhteşem devirleri yaşatmıştır. Dün; ilim ve âlim baş tacı iken, teknolojinin insanın başını döndürdüğü bugünün dijital dünyasında cehlin hükümferma olmasıyla kalp ve kafa ittifakının bozulduğu şaşırtıcı vakitleri yaşıyoruz. Tevekkeli Bediüzzaman, üç düşmanımızı sayarken başa “cehaleti” koymamış. Zira cahil, okuması yazması olmayan insan değil; hak ve hakikati bilmeyen, doğru ile eğriyi ayıramayan insan demektir. Eskilerin “cehl-i mürekkeb” deyimi tam da bugünümüzü anlatan bir ifade: bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen. Acı ama gerçek. Rahmetli münevverimiz Cemil Meriç bu hale gelmemizi iki sebebe bağlar: kültür yokluğu ve okumamak. Kültürü; ilim ve irfan anlamında ele alırsak, Meriç’in isabetli tespitiyle Bediüzzaman’ın haklı olarak cehaleti ilk sırada zikretmesini -maalesef-, gelecek adına kaygı ve korkuları tetikleyen kavga toplumuna doğru evrildiğimiz şu günlerde daha iyi anlayabiliyoruz.
**
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.