Mahmut Kaplan
Doludizgin Şöhrete Koşmak
Şöhret afettir, bilen için. Afetlerin belki de en amansızı. İnsanı içine çeker girdap gibi. Kapılıp gider de insan neye uğradığını fark edemez bile. Günümüzde şöhret olmak bir salgın haline geldi. İnsanlar tanınmak, bilinmek, “fenomen” olmak için akla gelmedik yollara, yöntemlere başvurmaktan çekinmiyor, hayatları bile tehlikeye atabiliyorlar. Fenomen olabilmek için kaç kişi hayatını kaybetti bilinmez. Gün geçmiyor ki sosyal medyada paylaşmak üzere fotoğraf veya video çektirirken hayatını kaybeden bir insanla ilgili haberler ekranlara düşmesin. İnsanın en mutlu gününü kâbusa çeviren bu şöhret tutkusu “ene/ben” azmanlaşmasının bir başka yönünü gösteriyor. Ben duygusu kişiliği yutup yalnızlaşmasına yol açıyor.
Her gün ekrana, gazetelere düşen haberler, şöhret uğruna yiten canlar insanı derin üzüntülere gark ediyor. Bu konuya durur dururken girmedim. Divanları okurken beğendiğim beyitleri not alır, üzerinde düşünürüm. Şairler benim vekillerimdir; düşünüp dile dökemediklerimi onlar bir çırpıda söyleyiveriyorlar. Bir çırpıda deyişime bakmayın; kim bilir her beyit kaç sancılı saatin meyvesidir? Sözü uzatmadan ilk örneğe geçeyim. İlk sözü Mirzâ-zâde Ahmet Neylî’ye veriyorum:
Ba’îd olmak kadar erbâb-ı şöhretden kemâl olmaz
Ki nezdik olmadıkça âfitâba meh hilâl olmaz
Şöhret erbabından uzak olmak kadar kemal/olgunluk olmaz. Zira ay güneşe yakın olmadıkça hilal olmaz.
Beyti anlamak için ikinci mısraa dikkatle bakmak lazım. Dolunayın eksilerek hilale dönmesini şair güneşe yaklaşmaya bağlıyor. Şöhret de böyle bir şeydir. Kişi şöhrete yaklaştıkça eksilmeye, yitirmeye başlar. Bu eksilmeyi, egonun şişerek kişiyi yavaş yavaş yutması olarak da ifade etmek mümkündür. Bunu örneklendirmeye kalksak sayfalar yetmez. Çevremize bakmak yeterlidir. Normalde yüzüne kimsenin bakmayacağı bazıları şöhret olunca insanlar ona dokunmayı bile mutluluk sayacak kadar kendilerinden geçebiliyorlar. İşin tuhaf yanı başta eksikliğini bilenler şöhret olduktan sonra farkına varmadan kusurlarını unutur, görmemeye başlar. Ocağın üstünde yavaş yavaş ısınan suyun içindeki kurbağa gibi halinden son derece memnun sonlarına doğru yol alırlar.
İkinci örneğimiz Es’ad-ı Bağdâdî’den. Bu değerli şair de şöhretin ne menem bir zaaf olduğunun farkında. Şöyle diyor:
Sâdelik zevk ü safâsın sor gönül âyineye
Bu ser-encâmı nemed-pûş olmayan bilmez nedür
Ey gönül sadelik zevk ne sefasının ne olduğunu aynaya sor; bu maceranın ne olduğunu keçelere bürünmeyen bilmez.
Yukarıdaki beyti anlamak için “nemed-pûş” ve “âyine” ilişkisine bakmak lazım. Eskiden aynalar gümüşten yapılırmış. Gümüş, açık havada, nemden paslanır. Bunun önüne geçmek için keçeye sarılarak saklanır. Şair bu bilgiden hareketle bizi başka bir pencereye çağırıyor. Dervişler, Hakk’a ulaşma yolunda sadeliği tercih etmelerinden dolayı süslü, şatafatlı elbiseleri terk eder, kaba yünden veya keçeden “nemed” dedikleri bir elbise giyer böylece dikkatlerden gizlenmeye çalışırlarmış. Dervişin kalbinin temizliğinin ifadesi giydiği keçeden anlaşılır. Bu, o kadar da kolay değildir. Zorlu bir nefis terbiyesini gerektirir. Nefsini kalbine ram eden, iç huzuruna erer, halkın dedikodusuna aldırış etmez, kemale erer. Bu yüzden şair ayna örneğini vermiş: Ayna saftır, içinde bir şey yoktur. Ne zaman karşısında bir varlık geçerse onu yansıtır. “Ene” den, benden uzaktır, arınmıştır. Kalbi saftır. Adı üstünde aynadır… İçinde bir şey olmadığı için de üzülme, kaygılanma söz konusu olamaz. Şairin söylemek istediği şu: İnsan aynayı örnek almalı, kalbini hırs, heva ve şöhret afetinden temizlediği gibi dışını da başkalarını imrendirecek, parmakla gösterilmesine yol açacak süslerden uzak tutmalıdır. Sadeliğin zevki, sefası hiçbir şeyde yoktur.
Son sözü dilerseniz Keçeci-zâde İzzet Molla’ya verelim:
Nâmdârândır çeken dest-i kazâdan zahmeti
Eylemez her seng-i hâmın sînesin hakkâk çâk
Kaza elinden zahmet çekenler şöhret sahipleridir; (zira) hakkâklar her ham taşın kalbini yarmazlar.
Hakkâk, anlamı itibariyle oyma sanatçısı demektir. Ağaçlara, kıymetli taşlara, değerli madenlere çelik kalemlerle şekil veren kişiler demektir. Bu meslekle uğraşanlar kıymetli taşlara türlü yazılar ve desenler çizerek mühür, yüzük ve diğer zinet eşyası yaparlar. İzzet Molla biraz da ironi yapıyor gibi. Kaza elinden zahmet çekenler, mevki ve makam talipleridir. Eskiden şimdiki gibi sosyal medya olmadığı için şöhret yolları makam mansıp gibi yollarla sağlanırmış anlaşılan. Tarih boyunca mevki sahiplerinin yaşadıklarının sayısız örnekleri vardır. Geldiği makamın sağladığı şöhretle başı dönenlerin uğradıkları sıkıntı ve eziyetleri örneklemeye kalksak sayfalar yetmez. İzzet Molla kısaca diyor ki kaza kuyumcusu şöhret ehlini “kıymetlerinden dolayı” bela ve eziyetlere uğratır. Aslında en güzel örnek şairin kendisidir. Şöhretinden dolayı az sıkıntı çekmemiştir hazret. En basiti Keşan sürgünüdür ama bu bizim konumuz değil.
Sözü zamane şöhret tutkunlarına getirmeye bilmem gerek var mı? Bir zamanların şöhret fırtınaları estirenlerin zaman zaman haberlere düşen hazin sonları ibret almak için yeterli değil mi? Peşinden kalabalıkları koşturanların unutulmasının kendi içlerinde yol açtığı depremleri anlatmaya kelimeler yetmez. Şöhreti sadece sosyal medya tutkunları için düşünmek eksik olur. Birtakım hizmet erbabı için de geçerlidir. Şöhret insana ait olmayanın yükünü de kişiye taşıtır. Kendini ün girdabında kaybetmeyen için bu çekilebilir bir yük değildir. Artık olmadığı bir kişiliği yaşamaya başlar; zamanla sinsi bir virüs gibi yayılan boşluk onu yutar yok eder…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.