Bir Şiir, Bir Hatıra ve Erzurumlu İbrahim Hakkı

İnsanın yaşı ilerledikçe hatıra dağarcığı çoğalır, zenginleşir. Karlar yağan saçlar uzun yolculuğu işaret ettikçe hafıza mahzeninde hatıralar canlanır, uç verir. En azından benim için böyledir. Geçmiş zamanların, dostlarla, kardeşlerle yaşanan güzellikleri bizi unutma, şükrünü eda et. Unutma o dolu dolu güzel anları, diye adeta seslenmeye başlar. Yazılarımı karıştırırken, şimdi sunacağım yazıya denk geldim. Eski bir yazı ama hatırası çok canlı. İbrahim Hakkı’nın Numan Külekçi ve Turgut Karabey tarafından hazırlanan Divan’ını okuyordum; karşıma çıkan bir şiirle hayalim yıllar öncesine bir yolculuğa çıkardı beni. Lise öğrenciliği yıllarıydı: Gaziantep, Aydınbaba semtinde arkadaşlarla birlikte, şimdi bir apartman dönüşen, bir evde kalıyoruz. Bir akşam vakti müezzin, Tillolu Hafız Taha Ağabey geldi. Müezzin kadrosunda hizmet edişine aldanmayın çok değerli bir müderristi aslında. Sonraki yıllarda, Tillo’da varlığını çağa inat sürdüren medreselerde ders verdiğini, hayatını talebe yetiştirmeye vakfettiğini duydum. Toplu ders ve sohbetten sonra herkes çekilip Said Abi, Mehmet Abi ve Hafız Taha Abi baş başa kalınca, sohbet döndü dolaştı kaside okumaya geldi. Hâfız ağabeyin içe işleyen, kadife gibi yumuşak ve etkili, çok güzel bir sesi vardı. Hep birlikte Hafız Taha Abi’ye, okuması için ısrar ettik. Yüzünü çevreleyen kızıla çalan sakalı ile gözlerimin önünde şu an… Biz kırmadı Hafız Taha, iki dizinin üzerinde şöyle bir doğruldu, gözlerini yumdu, kalbinin derinliklerinden kopan içli, son derece duygulu bir sesle terennüme başladı:

Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde

Bu mısralar çocukluk günlerime, yaz mevsiminde damda uyuduğumuz günlere götürdü beni. Sıcak yaz gecelerinin, açık havada sırtüstü uzanıp yıldızları seyretmeye doyum olmazdı. Bir çocuk; muazzam kâinat nizamını anlayacak, fark edip tefekküre dalacak durumda değildim. Gökyüzüne serpilmiş elmas parçacıklarını andıran yıldızları seyrederek uykuya dalmak çok keyifliydi. Hafız Taha sesinden, İbrahim Hakkı’nın kâinat kitabının muhteşem satırlarını nasıl anlayıp mısralara döktüğünü duyuyor, çocukluk günlerimin güzel gecelerini hatırlayıp derin bir haz alıyor, beylik bir ifade ile mest oluyordum. Henüz daha ilk beytin uyandırdığı ürperti ve heyecan geçmeden ikinci beyit, bir nisan yağmuru gibi boşandı:

Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyr et
Bul sâni’ini ol ana hayrân gecelerde

Bu yıldızlar, bu Samanyolu, bu muhteşem uçsuz bucaksız gökyüzü elbette bir sanatkâr tarafından yaratıldı; düzenlendi, tezyin edildi, sonra da insanoğlunun ibret gözüne sunuldu. İbrahim Hakkı hazretleri, kâinata yaratıcısı namına bakmayı ihtar ediyor; yaratılmışa, mahlukata boş gözlerle bakmanın manasızlığını anlatıyor, ikaz ediyordu. Kimdi anlattığı sanatkâr? Hayran olunması, eserlerinin ihtişamı karşısında secdeye kapanılması gereken Hâllâk-ı âlem... Hikmet penceresinden bakan bir insan, yaratılışta abes, çirkin hiçbir şey olmadığını görür, sanatkârına hayranlığı artar. Her varlığın arka planında hesaplanmış sayısız hikmetler, gayeler takılmış olduğunu görür. Bu muhteşem varlıkları görüp beğenen bir insan elbette onların sanatkârına, sahibine, yaratıcısına hayran olur. İbrahim Hakkı, gaflette uyumuş gözlere uyan, çağrısı yapıyordu. Hafız Taha’nın sesi, yaz yağmuru gibi kalbe işlemeye devam ediyordu:

Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil
Koy gafleti dil-dârdan utan gecelerde

Mademki insan, gündüz halkla, mahlukatla beraber oluyor, ister istemez kendini kaptırıp, farkına varmadan Sâni’i unutabiliyor; o hâlde geceleri muhteşem semaya bakarak gafletten uyanmak gerekmez mi? Alim ve arif olan şair, bu hususu anlatmak istiyor: Gaflete düşme! Bu kadar güzellikleri yaratan en güzel, yegâne güzel; asıl sevgili olan Allah’tan utan, diyordu. Seni ve içinde hayran olacağın güzelliklerle donatılan kâinatı yaratanı düşün, fani olana bağlanmaktan, âşık olmaktan utan diyordu. Gündüz geçim kaygısı, hayat meşgaleleri insanı kendisiyle uğraştırıp gaflete düşürebilir. Gece, insanın kendisiyle daha çok baş başa kalmasına fırsat verir. O halde el etek çekilip kişi kendisiyle baş başa kalınca murakabeye dalıp kendisini hesaba çekerek, sahibine, efendisine rücu etmeli, geri dönmeli değil mi? Bunları düşünmemizi isteyen İbrahim Hakkı, geceleri rahat uykusundan uyanmaya, gafletten sıyrılmaya davet ediyor:

Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakire
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde

Dünyada pek çok ihtiyaç içinde muhtaç, güçsüz, diğer varlıklar karşısında küçücük bir varlığa sahip olan insana gaflet yakışır mı hiç! İbrahim Hakkı, “hakir” kelimesini, ihtiyaçlarının çokluğu karşısında hiç denecek kadar zayıf bir güce, iktidara sahip olan insanı nitelemek için kullanıyor. Hem insan, büyük cisimli varlıklar yanında son derece küçük bir cüsseye sahip olması sebebiyle ancak “hakir” kelimesi ile tarif edilebilir. Kul, Allah karşısında hakirdir, noksandır, acz ve zaaf ile maluldür. Allah, gece karanlığında, kulunu kendisine gelmeye, huzuruna çağırıyor, davet ediyor. Rahman olan Allah şefkatle, rahmetle davet ederken zavallı kulun cevap vermemesi uygun olur mu yakışık kalır mı hiç? Yüzüne yayılan geniş bir tebessümle Hafız Taha devam ediyordu:

Cümle geceyi uyuma Kayyûmu seversen
Tâ hayy olasın Hayy ile ey cân gecelerde

Kayyum olan, daima var olan, uyanık olan Allah’ı seviyorsan bütün geceyi uykuyla geçirme! Eğer uyanık olursan Hayy/diri olan yüce yaratıcı ile hayat bulursun. Onun Hayy ismi seni hayatta tutar. Hz. Muhammed (s.a.v) de gecenin bir vaktini uyanıp ibadetle, zikirle geçirmenin faziletlerini değişik hadis-i şeriflerinde ifade buyurmuyor muydu? Herkesin uyuduğu saatlerde gecenin sahibinin davetine uyup secdeye kapanan insanın fani, zâil, geçici dakikaları, ebedî meyveler vermez miydi! Şiir, bütün güzelliği ile bestenin kanatlarında uçmaya, yükselmeye devam ediyordu:

Âşıklar uyumaz gece sen hem uyuma kim
Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde

Gece uyumayan, Rahman’ın şefkatli çağrısına “lebbeyk” diyerek ibadet ve tefekkürle cevap veren gerçek âşıkların gönül gözüne, ezeli ve ebedi sevgili/cânân, arz-ı dîdâr etmez, görünmez mi? Öyle bir dîdâr ki bir anı bütün zamanlara, bütün zevklere bedel… Cennet ehline, cenneti unutturacak bir tarifsiz zevk, rü’yet zevki… Hafız Taha’nın sesi çölde bir meltem esintisi gibi kulaklardan gönlümüze süzülmeye devam ediyor:

Dil beyt-i Hudâdır anı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o sultan gecelerde

Gönül Allah’ın evidir. Kâinata sığmayan yaratıcı mümin kulunun gönlüne sığar, bu sebeple insan kalbi arş-ı Rahman’dır. Dil, yani gönül Kâbe gibidir. Günahlardan, mâsivâdan, Allah’tan gayrı olanlardan arındığında, kasrın asıl sahibi olan kâinat sultanını, misafir etme, ağırlama bahtiyarlığına erişir. Bunun en uygun zamanı da şüphesiz, dünyevî bağların, ilişkilerin en aza indiği, riyaya bulaşmanın olmadığı, insanın kendisiyle baş başa kaldığı gecedir. Kul gecenin bir vaktinde uyanır, temizlenir, saf ve samimi bir gönülle O’na yöneldiğinde aradaki bütün perdeler aralanıp gönül gözüne ezeli ve ebedi sevgili tecelli etmez mi!

Kalbin arınıp sultanı ağırlayabilecek olgunluğa ulaşmasının yolunu İbrahim Hakkı şöyle gösteriyordu:

Az ye az uyu hayrete var fânî olanda
Bul cân-ı bekâ ol ana mihmân gecelerde

Evet bu yol; az yemek, az uyumak ve yaratılışın, yaratılmışın hikmetlerini düşünmek, nakıştan manaya geçerek esma yoluyla müsemmâyı, yani ezeli ve ebedi sanatkarı bulmaktan geçiyor. Bu bakış ve buluş, ölümsüzlüğe, bekaya, sonsuzluğa gidişin habercisi, kapısı, anahtarı... Hafız Taha, son beyti insanı derinden sarsarak kendine getiren bir çığlık, feryat ile bitiriyordu:

Allâh için ol hâlka mukârin gece gündüz
Ey Hakkî nihân aşk odına yan gecelerde

Tasavvufta, kemâle ermek için önce halktan uzaklaşmak, inziva çekilip olgunlaşmak tavsiye edilir. Belli inziva ve riyazetlerle kemâle eren sâlik, tebliğ/duyurma görevini yapmak, insanlara manevi yolculukta yardımcı olmak amacıyla tekrar halkın içine karışır. Ruhun ulaştığı kemâl mertebesi, onu halk içinde bulunurken Hak’tan ayırmaz. O, her zaman Hak’la beraber olarak insanları doğru yola ulaştırmaya çabalar. Gündüz Allah’ın mesajını insanlara duyurmayı vazife bilen sâlik, gece karanlığı çöküp, insanlar rahat uykularına çekilince kalbinin derinliklerinde başlayan visal özlemi ile doğrulur, el açarak Sani’ine, Rahman ve Rahim olan yaratıcısına olan aşkını, özlemini yana yakıla sunmaya koyulur. Şair, gece gündüz Allah için insanlara yakın ol; ey Hakkı, aşk ateşine geceleri gizlice yan, diyor... Sanırım bütün sır bu son beyitte. Bu yanış kalpten, derinden ve gizli olacak; kişi gündüz halkla beraber olacak, geceleri kendini hesaba çekip vuslata hazırlık yapacaktır. Ta ki gösteriş sinsice yanaşıp ihlas zedelenmesin. Hafız Taha, alnında biriken terleri siliyor ve tebessüm ederek dualara âmin diyordu.

O zamanlar henüz İbrahim Hakkı Hazretlerini tanımıyordum; hiçbir eserini okumamıştım. O benim için, büyüklüğünü babamdan duyduğum, bir veli, bir âlimdi sadece... Zaman geçince onun, çağını aydınlatan bir bilgin, bir mutasavvıf ve şair olduğunu anlayabildim. Divanını okuyunca nasıl coşkulu bir ilâhî aşka tutulmuş olduğunu anladım. İlk kez onun bir şiirini ilâhî olarak söyleyen Hafız Taha ağabey ile, yıllar geçti, bir daha görüşemedik, fakat o tatlı, içe işleyen buğulu sesi kulaklarımdan hiç gitmedi… Yakın geçen zamanlarda Ezeli Sevgili’nin “Bana dönün” davetine icabet ettiğini duydum. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet bahçeleri olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum