Hümeyra Yıldız Dülek

Hümeyra Yıldız Dülek

Hayatın İçinden veya Dışından Sesler: Hüzün Mü? Huzur Mu?

10 yaşında bir çocuktum dünyadan bihaber. Tek bildiğim, öğretmenimin verdiği dersleri hava kararmadan bitiremediğim zaman sokak lambası altında yapmak zorunda kalacağımdı, çünkü evimizde elektrik yoktu. Gaz lambamızdada ne hikmetse hiç gaz bulunmazdı. Bu yüzden çoğu zaman havanın ayazına, bazen de sert esen rüzgarlara inat sokak lambasıyla dostluğumu pekiştirmiştim.

Annemin kızgınlıkla şefkat arasında gelip giden ses tonlamasıyla girerdim eve her akşam, bakışları sert gibiydi ama, aslında o bakışlara kızgınlığı değil, çaresizliği çöreklenip oturmuştu. Bunu ben o ufacık aklımla anlar ve hep içimden konuşurdum annemle. "Bir gün gülümseyerek bakacaksın, yeter ki aldığın soluğun kıymetini bil ve bize de öğrettiğin gibi şükretmekten vazgeçme annem" derdim içimden, sessiz sedasız ama inanarak…

Çocukluk güzeldir, ya da güzel olmalıdır değil mi. Öyle ya, ev geçindirme derdi yok. Ev kirası, fatura ödenmedi tasası, bugün ne kadar kazandım veya kazanamadım sıkıntısı yok; çocuksun, vur patlasın çal oynasın, sokakta çelik çomak oyununda yenilmek, karşı takıma atamadığın gollerdir bütün üzüntü. Gerçekten böyle bir hayal yoktu benim dünyamda, çünkü ben hiç çocuk olamadım. Hiç dondurmayı şöyle külahında akıta akıta yemedim, çikolatayı ağzıma yüzüme bulaştıramadım, muzu memur olduğumda ilk maaşımla bir tane alabildim onun da yarısını heyecandan yere düşürdüm, etrafıma biraz telaş, biraz utanarak biraz da cüretkar bir bakış fırlatıp düşen muz parçasını alıp kimse görmesin diye toprağıyla ağzıma attım, bu yüzden muzun tadını yirmi küsür yaşımda öğrenememiş oldum, zira toprakla karışık lezzeti pek alamadım.

Baklavayı hep pastane vitrinlerinde seyredip düşünürdüm kıyma nasıl bir lezzete bürünürdü ki şekerle karışınca?! Cevizli baklavayı bilmiyorum kaç yaşında yedim.

Evet biz hayat şartlarına göre fakirdik be kardeşim…

Gülüşümüz buruk. Bakışlarımız özlemli. Hayallerimiz bahçe kapımızın ötesine geçmedi.

Ta orada, oralarda bir yerlerde bir evimiz vardı yıkıldı. Memur olduktan sonra hiç uğramadım. Ne oldu ne kaldı bilmiyorum. Sanki gidersem o ev, o bahçe kapısı, o yollar, o yoksulluk beni, eşimi, çocuklarımı yutup bağrına çekip bir daha geri vermeyecekmiş gibi geldi bana hep…

Gidemedim çocukluğumun tozlu sokaklarına. Belki de o yüzden hala gözlerimin içinden göç etmedi geçmişim. Belki o yüzden aslında bin dert gibi gözüken eksikliklerin yokluk değil büyük bir varlık olduğunu o yaşlarda anlayamamanın sıkıntısıdır beni daraltan.

Öyle ya biz açlığımızı cam kenarına bırakıp şen kahkahalar atabiliyorduk, birbirimiz için yaşadığımızı biliyorduk, güvenimiz, inancımız sonsuzdu. Babamız bir lokma kazansa bizsiz yemeyeceğini, o lokmayı gururla yavrularıyla paylaşacağını biliyorduk. Bir ekmek alabilmek için kilometrelerce yolu yayan yapıldak yürüdüğünü ve bundan asla şikayetçi olmadığını ve bize pay ettiği akşam nevalemizi yerken mutluluğumuzla mutlu olduğunu biliyorduk. Biz bir bütün olmanın harikalığını yaşıyorduk..

Bakma arada bir kahırlı, ağıt yakar gibi konuştuğuma, ben mutluydum. Hele babam yüz gram peynir, bir karpuz, bir tanede ekmekle geldiyse eve… O nasıl bir lezzetti Rabbim.

Babamın gözünde ki neşe ve eli dolu gelmenin keyfiyle titreyen sesini kim duysa eminim babama aşık olurdu. Ya da ben öyle düşünüyorum. Evet güzeldi babamın sesi ve gülüşü. Anneciğimin eteklerini savura savura siniyi odanın ortasına koymasını keşke görebilseydiniz. Sanki bilmem kaç çeşit yemek yapmış da misafirlerine sunuyormuş gibi bir ciddiyet. Sonsuz memnuniyet ve ışıl ışıl gözler...

Güzeldi be azizim o sevinç, o saflık, o tertemizlik, o kabulleniş, o şükrediş güzeldi;

bereketliydi, huzurluydu, zamanlıydı, peynir tabağını yıkanmış gibi tertemiz yaptığımız halde son lokmamı tabağa masumane sürerek ağzıma atışım. Annemim bir köşeye bıraktığı karpuz kabuklarını kuzu gibi yiyişim bile güzel ve lezzetliydi…

Bir daha ne zaman bakar gözlerim öyle içten ve masum, öyle sıcacık. Sevgi dolu…

Bilmiyorum bir daha ne zaman gerçekten, acısız, ağlamasız, içten samimi bir kahkaha atarım.

Yokluk çektik, üşüdük, hiç yeni ayakkabım olmadı, mahalleden bir teyze pembe bir hırka verdi bir gün bana, "giy bunu sırtını tutar üşümezsin" dedi. Üç gün düşündüm bu teyze bunu neden siyah, mavi, kahverengi örmemiş diye. Aklıma gelmiyordu o teyzenin benim yaşlarımda bir kızı vardı ve kızının eski ceketini bana ikram etmişti, anlamamıştım. Üç günün sonunda kışın ayazı içime işleyince rengini unuttum giydim ceketi, mutlu oldum, ısındım, bana gülerek, alaylı gözlerle bakan yüzleri görmezden gelerek giydim pembe ceketi…

Biz mutluyduk azizim. Birbirimize ayırdığımız çok zamanımız vardı, bilhassa kış geceleri ablam, annem, babam sımsıkı sarılır yatardık kıkır kıkır gülerek, sımsıkı sarılırdık zira, mangalda ki ateş kül olmuş ve o hafif sıcaklık yerini buz gibi esintiye bırakmıştır, lakin hiçbir soğuk bizim sevgimiz ve masumluğumuzun ateşiyle baş edemezdi.

Başarmak, kısa yoldan hayata atılmak, aklımda sadece bu vardı, öylede yaptım,

hocalarım devam et üstünü oku, zeki çocuksun dediklerinde, bana hakaret ediyorlar gibi geliyordu, çalışmalıydım, ablacığım küçücük yaşta evlenivermişti kendinden yirmi yaş büyük biriyle, rahata ermişti, ben de geride kalan aileyi toparlayıp kendi hayalimdeki kadar mazbut ve muhkem bir şekilde yaşatmalıydım.

Başardım. Emekli bile oldum. Her şeyi gördüm ve evlatlarıma, eşime gösterebildiğim kadar gösterdim. Hala tutumluyum, hala ufacık bir kırıntı ziyan olacak diye ödüm kopuyor.

Geçmişin nefesini içime çekerek yaşadığım bu hayat bana varlıkla mutlu olunmadığını da öğretti.

Şimdilerde yok olmaya yüz tutmuş hasletleri o yaşımızda anlayamamak yaralıyor sadece beni.

Keşkeler işe yaramıyor, ben bu yüzden bizim farkında olarak yaşamadığımız güzellikleri çocuklarımız, torunlarımız farkında olarak yaşasın istiyorum.

Zira kime baksam çocukluğum kadar umarsız değil, bir kazan fındık kabuğunu doldurmayacak dertleri var, mutsuzluk mu? Diz boyu…

Biraz huzur, bir tutam merhamet, bir kase gülümseme arıyor gençlik…

Kim suçlu? Zaman mı? Zamansızlık mı? İlerleyen tavan yapan teknoloji mi? Yoksa o teknolojiye esir olan yürekler mi?

Neyi paylaşamayıp, yetiremiyorlar, nereye bu koşuşturma, çok kazanınca ne olacak? Ya kaybedilen sevimli bakışlar, tatlı sözler, bir tutam huzur, gözünün değdiği yerde ki sevgi, saygı. Hangisi daha önemli?

Bilemedim azizim, kim yanlış, kim doğru. Biz güzel günler yaşadık, her ne kadar bir odalı evlerde otursak da mutluyduk; dede, nene, torun torba bir arada yaşamaktan.

Kimin canı yanmış, neden yanmış, ne zaman geçecek bilirdik, kimin ayağına taş dokunmuş haberimiz olurdu da çare olurduk cümbür cemaat. Şimdilerde kim kime dum duma…

O zamanlar mı hüzünlüydü içimiz, şimdi mi huzursuzuz? Bakmak, düşünmek, en çok da görmek ve anlamak gerek…

Huzur, güven, mutluluk haykırıyor her sokak başı bize;

Zamansızlıkta kaybolmuş analar babalar, aklı erenler, doktorlar, doçentler, öğretenler, okuyanlar, araştıranlar…

Geçmem artık o yollardan, izime rastlayamazsınız, bir sustum mu ağladığımı bile duyamazsınız...

Bizim için güzellikler kaybolmadan uyanmak dileğiyle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum