Erkam Yıldırım
Sus
Susmak, derinliği, maviliğe ufuğa doğru veya makberin hatırasına uzanarak sadece susmak... Hangi ırmağın kapısını aralar? Hangi mabedin kapısına vardırır? Hangi çilehanenin bilmem kaç metre karesinde yatırır, yatıştırır ya da kavuşturur?
Ol/madan, olmanın peşinde koşan asabiyet devrinin asi varlıkları!
Ya da susmak, oldurur mu, öldürür mü? Bunu bilmek kolay ancak bildirmek o kadar çetin, o kadar meşakkatlidir ki anlatamam... Yani illa ölünce mi “susmak” ya da ölünce “susmak mı, susturulmak mı?”
Sus! diyorum. “Dinle, dinlen, dinginleş.” Koşma, yürüme, yavaşla ve dur! Hayatta koşuyorsun; ayak seslerin susmuyor. Konuşurken koşuyorsun; dilinin sesi susmuyor. Zihnini koşturuyorsun; düşüncelerin susmuyor. İçinle koşuyorsun; gönlün susmuyor.
Sus... Sus yeter artık! Yoruyorsun, yoruluyorsun... Lütfen sus ve yavaşla. Yani “ne sesimden anladın ne sessizliğimden.” Devir devir geliyorsun; susuyorum. Akıl akıl geliyorsun; susuyorum. Akın akın geliyorsun; susuyorum.
Ben sus dedikçe sen biraz daha su, biraz daha hayat, biraz daha koşmak istiyorsun. Ben sana “şimdi susma vakti, sessizlik konuşsun” diyorum. Sessizlik, ırmak, dağ, bahçe ve kainat konuşsun diyorum.
Hatırlasana, engin bir dağın ovasında filizlenen gelincik çiçeklerin arasında usul usul esen rüzgarın kokusunda, dinginleşen bir baharın akşamında sadece susuyordun. Gönlünden perdeyi kaldıran gözlerinden mırıldandığın şu cümle...
“Susmak, her zaman sevmektir.” diyordu... Peki, şimdi neden... Zira ya sus, ya da susmaktan daha kıymetli bir söz söyle! Seviştiren, dinginleştiren veya enginleştiren.
Kısacası ya ol/mak ve susmak veya ölmek ve susturulmak vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.