Erkam Yıldırım
Mümkünat
Ve şimdi en derin zamanlardan çırpınıp geliyor kelimelerim. Ve bir kördüğüm gibi kamburlaşmış yüreğim. Esrik, huysuz ve ıslak bir erguvan... Yamaçların kuru topraklarından.
Kırık ve dökük bir aksan... İliksiz, illiyetsiz ve memleketsiz... Kime dönsem bilmez ki, kim kimin kucağından.
Tapan, tapıyor. Mabed kutsal... Ölü, ulu. Ölü kul. Ölü yüce. Gönül ve ruh hep yerince... Akıl ise başa gelir ancak ölünce...
Yani, ‘baş’ var ise akıl nere gidince? Demek ki dünya onu döndürünce.
Diyorum ya...! En derin zamanlardan çırpınıp geliyor kelimelerim. Bunlar... Satırlardan yaralı kurtulanlar. Ölüler öldü. Şimdi sağlardan geriye bana kalanlar...
Yeryüzünün en yağışlı günü... Neyimi arıyorum... Ne dünü ne bugünü...
Benimle üşüyor... Benimle yürüyor ve benimle ölüyor... Katil mi? Bazen ben, bazen o ve bazen sen... Şimdi söyle kim aldı onları ellerimden.
Oysa hep bir içre idim ancak içre ne idi...? Yüreğimdeki kambur neyin yükü idi?
Sarıldım... Olmadı. Sarsıldım olmadı. O içre benim içimde, her şeyden bir şey buldu... Bir tek beni bulamadı.
Yoksa bundan mıdır eksiktili cümleler? Yoksa cümlelere diyaframdan bir nefes mi gerek? Yoksa o en derin zamanlara mı dönerek...
Kafam karışık. Zihnim darmadağın. Gözlerim bulanık. Yüreğim kambur. Bilmem dağlar mı yüksek, ben mi cüce... Ne "zaman" erişecek ne de ben o düşe.
Ve gel gör ki... Kalabalık. O kadar ki... O kadar kalabalık. Bunlar sağ kurtulanlar. Geride kalan sadece bir aralık.
Doğum mu... Hayat mı... Ölüm mü? Bu bendeki bir düğüm mü yoksa bir düğün mü?
Ah diyor artık ah... Çek bir içre de... Sen çek. Belki kuru yamaçlarında erguvanlar yeniden filizlenecek...
Belki mabed kutsal. Belki satırlardan yaralı kurtulanlar... Belki... Sadece unutulanlar. Belki de yeniden yaratılanlar...
Gidenler... Kalanlar. Ve doğuştan bir acı taşıyanlar. Diyorum ya...! En derin zamanlardan çırpınıp geliyor kelimelerim. Bunlar... Satırlardan yaralı kurtulanlar...
Bakmayın böyle dediklerime... O kadar çıplak ve o kadar üşüyorlar ki, iliklerime kadar işliyor. Terzilere söyledim ancak ‘elbiseler’ yetişmiyor...
Ve şimdi karanlık. Her tarafta ruh ve yâreni. Ancak yâren ne bilir ki aşkı. Onun gözlerinde ruh... Bilmem hangi memleketin eli.
Aç, susuz ve tapınaksız. Yetiş ki tut ellerinden artık, düşlediğin düş, umduğun umut ve dilediğin dilek kalmasın barınaksız.
Şimdi elbiselerini sıkı giy... Üşüyor... Üşüme... Ve doğrul...
Ardında senden geriye kalanlar. Satırlarından yaralı kurtulanlar. Yara derin, yara tuzlu, yara acı.
Acımak mı... Artık öyle bir söz kalmadı bizde hancı. Çünkü artık kabza boş, miğfer yerde, ruhlar teslim ve emanet sahibinde.
Sahib, mülkü istedi... Mülk ise satırların en derininde...
Diyorum ya...! En derin zamanlardan çırpınıp geliyor kelimelerim. Bunlar... Satırlardan yaralı kurtulanlar...
Geride ise sadece, dünyada huzursuz uyuyup, toprakla huzurla uyuyanlar...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.