Abdulvahap Yiğit

Abdulvahap Yiğit

Ene ve İnsan

Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın maddi yapısı hala anlaşılamadığı gibi manevi yönünün de anlaşılması oldukça zordur. Bu yazının amacı, Risale-i Nur Külliyatında bu konu ile ilgili bahisleri bir araya getirmek ve yorumlamaktır.

Baki olan ve vücud-u harici sahibi (mahlûk, varlık) olan insan ruhu Elest Meclisi’nde (bezm-i elest) Rabbine karşı itaat etmiş ve Rabbimizin “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna “ evet” diyerek cevap vermiştir. İnsan ruhu; bir nevi meskeni olan insan bedeni ile bütünleşip, kendisi için hazırlanan, dünyaya gönderilmiştir. İtibari bir emir olan (vücud-u haricisi olmayan) cüz-i ihtiyari ile donatılan insan, yeryüzüne halife olarak gönderilmiştir. Dünyaya imtihan ve diğer birçok hikmetler için gönderilen bu insana birçok maddi ve manevi temel donanımlar (yazılım/uygulama) da emanet olarak verilmiştir. Bunların en önemlileri nefis, vicdan ve ene olarak sayılabilir. İnsanın manevi yönünü oluşturan bu yazılım ve donanımlar kısaca Risale-i Nur eksenli olarak izah edilecektir.

Ruh

İnsan bedeni bir bilgisayarın donanımı olarak düşünülürse, ruh işletim sistemi (yazılımı) olarak kabul edilebilir. Ancak ruhun işletim sisteminden temel bir farkını da gözden kaçırmamak gerekir. Ruh bir mahlûk ve varlıktır (vücud-u hâricî sahibidir). İşletim sistemi benzetmesi üzerinden tanımlamaya devam edilecek olursa, işletim sistemine de yüklenmiş çok sayıda yazılımlar (uygulamalar) mevcuttur. Ruh konusu başlı başına bir araştırma konusu olarak ele alınmalıdır. Ancak, hakkında çok fazla bilgi sahibi olunamayacağı da ayetle sabittir. Ruhun sonsuz (baki) olduğu ve vücud-u harici sahibi (mahlûk, varlık) olduğu Risale-i Nur’da açık olarak ispat edilmiştir.

"De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." İsra Sûresi,17:85

“Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi', hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Gayet kat'î bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. Öyle ise, ruh onunla kaim değildir. Belki ceset ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misalîsi vardır.” SÖZLER, 29. SÖZ.

Akıl ve Şuur

İnsana verilen latifeler (yazılım/uygulama) İslam âlimleri tarafından çok farklı şekilde tanımlanmış ve bunların sayısı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Risale-i Nur’da bu latifeler (yazılımlar/uygulamalar) şöyle ifade edilmiştir:

“Hattâ avam ve havas beyninde taaruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikın letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ, vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi; kalp, ruh ve sırra ilâve edilse Letâif-i Aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablel'l-vuku gibi çok letâif var.” BARLA LAHİKASI.

İnsanı insan eden ve diğer mahlûkattan ayıran hayat, akıl ve şuur ile ilgili Risale-i Nur Külliyatının birçok yerinde tanımlar ve açıklamalar yer almaktadır. Bunlardan en önemlileri şöyledir:

“Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat her şeyin başıdır ve esasıdır.”

Cüz-i İhtiyari

Ruha Rabbimiz tarafından verilen “Cüz-i ihtiyari” insanın iradesi (tercihi) olarak tanımlanabilir. İnsan, ruhuna Allah tarafından eklenen bir uygulama olan “Cüz-i ihtiyari” ile insan tercihlerini yapar. Ancak fiilleri yaratan sadece Allah’tır. Cenab-ı hak külli iradesini insanın cüzi iradesine bağlamıştır. Bu durum Risale-i Nur’da şu şekilde ifade edilmiştir:

“İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir." SÖZLER,26. SÖZ.

Vicdan, nefis ve ene

İnsan vücudunu idare eden ruh, birçok farklı manevi fonksiyonlarla donatılmıştır. İmtihan sırrına bağlı olarak hayra ve şerre insanı yönlendiren vicdan ve nefis denilen iki donanıma sahip olan insan ruhu; “ene” olarak isimlendirilen ve gök, yer ve dağların yüklenmekten çekindikleri bir emaneti de yüklenmiştir. İnsana verilen bu üç donanım (yazılım) arasında ilişkinin ortaya konulması önemlidir. Buraya kadar anlatılan insanın latifeleri (yazılımlar/donanımlar) ve bunların veriliş gayeleri Risale-i Nur Külliyatında açık olarak ortaya konulmuştur. Ancak özellikle aralarındaki ilişkinin çok açık olarak izah edilmediği; vicdan, nefis ve ene arasındaki bağ ve ilişki üzerinde durulacaktır.

Vicdan, insanı hayra sevk eden bir fonksiyon (yazılım) olarak tanımlammaktadır. Hatta Rabbimizi bize tarif eden üç külli tarif edici olan; Kur’an, kâinat ve Peygamber efendimize bir dördüncü tarif edici olarak vicdan da eklenmiştir. (MESNEVİ NURİYE)

Ayrıca vicdanın dört unsurunun insanı takva mertebesine vasıl ettiği ifade edilmektedir:

“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" her birinin bir gayetü'l-gàyâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahadetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.” ESKİ DÖNEM ESERLERİ

Nefis; insana emanet olarak verilen ve insanı hayra ve şerre götüren bir fonksiyon olduğu açık olarak ifade edilmektedir. Bazı kaynaklarda nefis ikiye ayrılarak; insani nefis ve hayvani nefis olarak tanımlanmış olsa da, Risale-i Nur da tek bir nefis olduğu ifade edilmiştir. Diğer taraftan, nefsin mertebelerinin bulunduğu da ifade edilmektedir (nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i razıyye, nefs-i merdıyye ve nefs-i kamile olmak üzere 7 mertebesi vardır. Bu mertebelere aynı zamanda “atvar-seb'a” da denmektedir). Ayrıca hayvanların da nefislerinin bulunduğu ifade edilmektedir:

“Hayvânat dahi, iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarîleri olduğundan, amelleri hâlisen livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar.” SÖZLER 24. SÖZ.

İnsan nefsi ile ilgili şu ifadeler nefsin mahiyeti ve mertebelerini göstermektedir:

“Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat'î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme.” SÖZLER,23. SÖZ.

“Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder—nefis ise Cenâb-ı Hakkın abdi ve memlûküdür—hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür.” LEMALAR,23. LEMA.

“Nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi”, SÖZLER 28. SÖZ.

İnsanın eline emanet olarak verilen ve itibari bir emir olan “ene” ile ilgili Risale-i Nur Külliyatında şu ifadeler yer almaktadır:

“Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi ene'dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar. Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir. ” SÖZLER, 30. SÖZ

Ene; itibari bir emirdir, vücud-u haricisi yoktur (varlık değildir) ve insan için bir kıyas aletidir. Enenin mahiyeti ile ilgili şu ifadeler, mahiyetini anlamamız için, önemli ipuçları vermektedir.

“Demek ene, âyine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki yüzü var: Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.”

Ene ile nefis arasında kuvvetli bir bağ ve ilişki bulunmaktadır. Ene nefse takılan bir fonksiyon olarak vazife yapmaktadır. Nefs-i emmare aşamasında olan bir insanı şerre götürmeye çalışan ene, mahiyetinin anlaşılması ile bir kıyas ve keşif aletine dönüşür ve insanı hayra sevk eder. Böylece insan bu fonksiyonu doğru kullandığında nefsini nefs-i mutmainne ve daha yukarı mertebelere yükseltebilmektedir.

İlk dönem eserlerinde geçen şu ifadede nefsin üç kuvvesinin olduğu ifade edilmektedir.

“İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat; şunların itidal ve muvazenetlerini muhafaza ve gâyâtü'l-gâyâtına sevkettiği gibi, nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan kuva-ı selâsesini ifrat ve tefritten kurtarıp hikmet, iffet, şeceâtı tazammun eden adalet noktasına sevkeder.” İLK DÖNEM ESERLERİ.

Diğer taraftan 30. Söz “ene” risalesinde de bu kuvvelerin olumlu ve olumsuz sonuçları ene ile ilişkilendirilmektedir.

“İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları HAŞİYE-1 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin—ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir.”

Risale-i Nur’da geçen bu iki ifade birleştirildiğinde nefsin eline önemli bir donanım (yazılım/uygulama) olarak ene verildiği görülmektedir. Yani ene nefsi alçalma veya yükselmeye yönlendiren bir aleti inkişaf olarak nefsin bir donanımıdır.

Sonuç olarak; ilk olarak ruhu yaratılan insana ceset libası giydirildikten sonra cüz-i irade verilmiştir. İnsan ruhuna takılan çok sayıda latife ve fonksiyonlar (uygulamalar) bulunmaktadır. Vicdan, tek yönlü olarak çalışan ve insanı manen terakki ettirmek için emanet olarak Rabbimiz tarafından verilen bir yazılımdır bir uygulamadır. Diğer taraftan, İnsanı manen terakki ve tedenniye götüren ve ruha emanet olarak Rabbimiz tarafından verilen bir yazılım (uygulama) olarak nefis verilmiştir. Nefsin eline ise “ene” adı verilen mahiyeti meçhul bir yazılım (uygulama) verilmiştir. Ene ise insanı esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) götürebildiği gibi âlâ-yı illiyyîne (yücelerin en yücesi) de çıkarabilecek bir özellikte yaratılmıştır.

Dünyaya imtihan için gönderilen insanın bu imtihanı kazanabilmesi için, “ene” adı verilen ve insana emanet olarak verilen bu donanımın/yazılımın mahiyetini anlayıp hayra sevk etmesi gerekmektedir. Böylece “şecere-i tûbâ” yani cennet ağacının bir çekirdeğine dönüşen ene ile, diyanet ve peygamberler silsilesine insan katılmaya aday olur inşallah…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.