Abdulkadir Menek
Isparta Kahramanları (2)
Kastamonu Lahikası’nda Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Mehmet Feyzi Efendi’ye yazdığı mektup göz önüne alınarak, bazı noktalara değinmek gerekir: Ülke, dehşetli şartların yaşanmaya başlandığı bir döneme girmişti. Din, devlet hayatı ile birlikte toplum hayatından da çıkarılmaya çalışılıyordu. Dünyada da aynı şekilde dini değerlerin zayıfladığı ve doğrudan iman esaslarının hedef alındığı yepyeni bir yüzyılın içine girilmişti.
İşte böyle bir ortamda, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek, her şeyden çok daha önemli ve hayati bir konuma gelmişti. Çünkü hem ülkede ve hem dünyada, hücumlar doğrudan doğruya imana ve özellikle Allah’a iman esasına yoğunlaşmaya başlamıştı. Deccalizm, materyalizm felsefesini ön plana çıkararak, her şeyi madde ile izah etmek ve vicdanları nefislere esir etmek için büyük bir gayrete içindeydi. Din, kitleleri uyutan bir afyon olarak lanse edilmeye çalışılıyordu.
Ateizm adı verilen bu dehşetli kasırga, iman kalelerinde tahribat yapmaya başlamıştı. Bu akım bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma istidadı gösteriyordu. Okullardaki eğitim sisteminin de tamamen din dışı bir anlayış üzerinde şekillendirilme çalışmaları gözden kaçmıyordu.
İslami bütün kurumlar; camiler, tekkeler, dergâhlar, medreseler bu büyük tahribatın hedefine konulmuştu. İslam’ın ve Kur’an’ın etrafındaki bütün surlar ve kaleler tek tek yıkılmaya başlanmıştı. Adeta Allah inancı ve maneviyat duyguları; insanlık âleminden tamamen sökülüp atılmak için sinsi, dehşetli, dessasane, cebri ve münafıkane bir husumetin hedefi haline gelmişti.
İmanın ve İslam’ın toplum hayatından tamamen silinmesi ve ‘’ladini’’ bir toplum meydana getirmek için, devletin bütün kurum ve kuruluşları yeni baştan şekillendiriliyordu. Bu bağlamda en büyük tahribat Milli Eğitim müfredatları üzerinde yapılıyordu. Okul kitaplarında dini çağrıştıran hiçbir söz ve argümanın yer almaması için de özellikle gayret gösteriliyordu. Hatta okullarda, dinin artık modasının geçtiğine dair telkinlerde bulunuluyordu.
Müslüman milletin yıllarca sakındığı bazı fiil ve ameller, devlet eliyle teşvik edilmeye başlanmıştı. Tesettür ile mücadele ile birlikte, resmi toplantılarda su gibi içki içilerek, devlet görevlilerinin içmeleri teşvik ediliyor, Halk Evleri ve Türk Ocakları gibi bazı kuruluşlarda yapılan toplantılarda, dans ve kumar gibi Müslüman topluma yabancı bazı fiillerin yerleşmesi için uygun ortam hazırlanmaya gayret gösteriliyordu.
Anadolu’nun birçok yerinde kurulan Köy Enstitülerine, köylerden toplanan kızlı- erkekli saf ve masum çocuklar alınarak, bunlar bir arada yatılı olarak okutuluyor, bu okullarda ahlaksızlığın her şekli teşvik edilerek körpe zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyordu.
Risale-i Nur, böyle bir tahribatın başladığı aynı zamanda neşredilmeye başlanmıştı. Üstad Said Nursi, hücuma maruz kalan iman rükünlerinin tahkim edilmesi, imanın sağlam ve tahkiki bir hale getirilerek, bu dehşetli tahribat ve kasırgaya karşı dayanabilmesi için çok farklı ve özgün bir yöntem takip ederek bu eserleri çok zor şartlarda neşretme faaliyetlerini çok zor şartlarda sürdürüyordu.
İşte Isparta Kahramanları; herkesin korkutulduğu, kaçırıldığı, sindirildiği bir zamanda, böylesi mukaddes bir iman hizmetine sahip çıkma mazhariyetini kazanmışlardı. Onların akılları görmese bile, hepsinin keskin kalp ve basiretleri bu hakikati anlamış ve bütün varlıklarıyla by büyük iman hizmetine bütün engellere rağmen sahip çıkmaya başlamışlardı.
Bediüzzaman Hazretlerinin "Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslamiye gıdadır. İmansız Cennete gidilmez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur" sözlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulunmuş ve belki ileriki zamanlarda yeniden büyük hizmetlerde bulunacak olan tarikat ve şeyhlik müesseseleri ile, bütün hücumların iman erkanına yöneldiği bir dönemde vakit geçirmek çok doğru bir strateji olmayacaktı. Zaten, bu tür ve biraz şekli yönleri ile de öne plana çıkan İslam’a hizmet metotları, daha kolay bir şekilde hedefe oturtulabilinir ve belki bazı tezgâhlara alet edilebilinirdi.
İman kalesine hücumların atlatıldığı bir dönemde, insanların tercihine bağlı olarak ekmek ile birlikte meyvenin de yenmesi keyfiyeti söz konusu olabilirdi. Fakat o günler, iman ve İslamiyet yönünden tabiri caiz ise, tam kıtlık günleriydi. Ekmek mesabesinde olan iman hakikatlerine olan ihtiyaç çok fazla ve şiddetli bir hale bürünmüştü.
Büyük İslam Âlimi ve Müceddid, Nakşibendi Tarikatının da çok önemli bir rüknü olan İmam-ı Rabbani (RA), imanın bu ehemmiyetli ve öncelikli durumuna binaen şunları ifade etmemiş miydi? "Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur."(Mektubat, sayfa;339)
Açlık ile yüz yüze kalmış insanlar için en evvel düşünülmesi gereken nokta, hayati tehlikenin atlatılmasıdır. En acil ve en zaruri ihtiyaçlar göz önüne alınarak beslenme sağlanmalıdır. Afrika’da aç kalan insanlar için de öncelikli olarak alınmaya çalışılan tedbir, açlık tehlikesinin bertaraf edilmesidir. Dikkat edilirse, alınmaya çalışılan bütün tedbirler, bu tehlikenin atlatılmasına yöneliktir. Bunun da sembolü elbette ekmektir.
Yoksa meyveler de çok önemlidir. Vücut beslenmesi ve özellikle ‘’dengeli beslenme’’ için bütün besin öğelerinin, vücudun ihtiyaç duyduğu miktar kadar alınması tavsiye edilir. ‘’En evvel lazım olan ekmektir ve esas gıda budur’’ görüşü, meyvelerin ehemmiyetsiz ve gereksiz olduğu anlamına gelmez.
Yeri ve zamanı geldiğinde elbette meyve nimetinin de lezzet ve faydasından yararlanılır. Çünkü meyveler, beslenmeye kuvvet veren ve büyük katkı sağlayan besin maddeleridir. Üstad Said Nursi’nin, burada ekmek ve meyve misallerini vermesi, bu noktadan değerlendirilmelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve TAMAMI BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.