Abdulkadir Menek

Abdulkadir Menek

Dünden Bugüne Suriye (9)

önceki yazı:

Meşrutiyet’in ilanı sürecinde yaşanan gelişmeleri İstanbul’da aktif bir şekilde takip eden ve çok önemli katkılarda bulunan Bediüzzaman Hazretleri, yaşadığı, ders aldığı, zaman zaman ziyaretlerde bulunduğu vilayetlerdeki ilim ve yönetim çevrelerine ve halka anlatmak üzere 1910 yılında Van’a döner. Buradan başlayarak, bölgedeki birçok vilayeti ve aşiretleri ziyaret ederek sohbetlerde bulunur. Aylar süren ve çoğu zaman soru cevap tarzında gelişen bu görüşme ve ziyaretler kapsamında birçok bölgeye uğrar, Diyarbakır, Şanlıurfa, Birecik, Kilis ve Halep yoluyla Şam’a gider.

1911 yılının bahar aylarında Şam’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, burada birkaç ay kalır. İlim ve medrese çevreleri ile görüş alışverişinde bulunur. Talep üzerine İslam âleminin en büyük mabetlerinden birisi olan ve Külliye-Medrese şeklinde inşa edilen Emevi Camii’nde bir hutbe verir. İçinde on binden fazla cemaat ve yüzden fazla büyük âlimin bulunduğu sırada verdiği bu hutbe çok büyük bir alaka görür ve büyük yankı uyandırır. Bu hutbe daha sonraki günlerde kısa bir süre içerisinde arka arkaya iki sefer tabedilir.

Şam âlimleri tarafından Bediüzzaman Hazretlerine bu hutbenin ardından çok büyük bir alaka gösterilir. Şam’da kalması, buradaki medrese ve Dar-ül Fünun’larda aktif bazı görevlerde bulunması için ısrarla bazı tekliflerde bulunulur. Fakat Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’da, Hilafet merkezinde yapması gereken bazı görevler olduğunu ifade ederek bu teklifleri kabul etmez ve 1911 yılının yaz başlarında İstanbul’a döner.

Bediüzzaman Hazretleri bu hutbesinde; İslam âlemini saran, esir alan, Orta Çağ’a hapseden altı tane hastalığı ve bu hastalıkların tedavisini, Kur’an eczanesinden aldığı ilaçlarla, geçmişe ait çok kapsamlı bir analiz ve geleceğe dair çok geniş bir perspektif ile izah etmeye çalışır. 1950’li yıllarda Emirdağ’da kırk yıl öncesine ait olan bu eseri yeniden gözden geçirir. Değişen zamanın ve şartların gerektirdiği bazı düzenlemelerle bu eseri yeniden yayınlar. Biz bu çalışmamızda, altı hastalık ve altı devayı kısaca ve beraberce gözden geçirerek, teferruatını Hutbe-i Şamiye eserine bırakalım:

“İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum: Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda (orta çağda) durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır… Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin (tedavinin) esasları onları biliyorum.

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. Ümitsizlik hastalığına deva olarak ve özetleyerek şu görüşlerin ifade edildiğini söyleyebiliriz: Ümitsizlık, insanın var olan potansiyelini de büyük ölçüde düşürür ve insanları çoğu zaman peşinen ve psikolojik olarak mağlubiyetlere yuvarlar. Bunun için de Allah’ın rahmetinden kuvvetle ümit beslemek gerekir. Bu ümit ve inanç ile hareket edildiği zaman istilbalde çok büyük başarıları ve zaferleri elde etmek mümkündür. “El Emel” motivasyonu ile hareket edildiği zaman, geleceğe olan bakış açısı değişir. Bu motivasyon, bütün millete şamil kılındığı zaman, bütün engelleri bir bir aşmak için çok büyük bir enerji ortaya çıkar. Ve rahatlıkla şunlar söylenebilir: “Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.”

Dehşetli bir hastalık olarak İslam âleminin kalbine yerleşen ümitsizlik hastalığı, adeta elimizi kolumuzu bağlamış. Çok küçük bazı devletler bu psikolojik üstünlük ve motivasyon ile, çok büyük devletleri esir ederek kendine sömürge ve hizmetkar eylemiş. Ümitsizlik hastalığı aynı zamanda yüksek ahlak ve seciyeleri de büyük ölçüde zayıflatmış ve bazen öldürmüştür. Bunun sonucu olarak umumi menfaat ve milletin yararı olan konular unutulmuş veya geri plana itilmiş, bütün gayret ve çalışmalar şahsi menfaatler üzerinde yoğunlaşmıştır.

Bizler Müslümanlar olarak bu dehşetli zillet ve geri kalmışlık anaforundan tam anlamıyla kurtulmak istiyorsak şu teklif, bizim için çok büyük bir kurtuluş ve terakki kapısını açabilir:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.”

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesini ikinci hastalık olarak ifade eden Bediüzzaman, bu hastalığın devası olarak, sıdkı zikrettikten sonra bunu; İslamiyetin en önemli üssü’l esesi, ulvi seciyelerin rabıtası ve ulvi hislerin mizacı olarak tanımladıktan sonra şunları ifade eder: “Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihyâ edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık fiilî bir nev’i yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur.”

İslam âleminin üçüncü hastalığı olarak “Adavete muhabbet” kavramını ifade eden Bediüzzaman, ardından da çare olarak İslam’ın esasında temelinin bina edildiğini söyleyebileceğimiz şu görüşleri kaydeder: “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki: Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara... Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.”

İslam âleminin dördüncü hastalığını “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek” olarak ifade eden Bediüzzaman, hakiki milliyetimizin esası ve ruhunun İslamiyet olduğunu, İslamiyet milliyetinin müminler arasında esas rabıta olmasıyla birlikte bütün Müslümanların bir tek aşiret hükmüne geçeceğini, aşiretin fertlerinin de İslam kardeşliği ile birbirine bağlanıp alakadar olacağını belirtir. Bunun sonucu olarak, bütün müminlerin birbirine manen ve gerektiği zaman da maddeten yardımcı olacağını ve bütün İslam taifelerinin de bu silsile-i nurani ile birbirine bağlanacağını ilave eder.

Bediüzzaman Hazretleri, İslam dünyasında çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdadı beşinci hastalık olarak belirtir. Bu hastalığın tedavisi ve Müslümanların sosyal hayatlarında saadetlerinin anahtarı olarak “Meşveret-i Şer’iyeyi” vurgular. Bunun aynı zamanda Kur’an-i Kerim’de “Onların yönetimi, aralarında yaptıkları istişare iledir” ayeti ile emredildiğini ifade ettikten sonra şu şu önemli hususlara değinir:

“Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr (fikirlerin buluşması) unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.”

“Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.”

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.”

“Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmeyi” İslam âleminin altıncı hastalığı olarak ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, ecnebilerin bir kısmının kıymettar mallarımızı ve vatanlarımızı bizden alarak karşılığında çürük bir fiyat verdiklerini, aynı zamanda yüksek ahlakımızı ve yüksek ahlakımızdan çıkan ve sosyal hayatımızı düzenleyen seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldıklarını, terakkilerine medar yaptıklarını ve bunun karşılığı olarak bize sefihane kötü ahlaklarını ve bazı sefihane seciyelerini fiyat olarak verdiklerini belirtir. Sosyal hayattaki İslami toplulukları, çok çarkları ve dolapları bulunan bir fabrikaya benzeten Bediüzzaman, o fabrikanın bir çarkının geri kalması halinde, fabrikanın mihanikiyetinin (mekanizmasını) bozulacağını, bu nedenlerden dolayı da birbirimizin şahsi kusurlarına bakmamamız gerektiğini ifade ettikten sonra şu görüşlere yer verir:

“Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Hâlbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.”

“Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur.”

“Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna.”

**********

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum