Erkam Yıldırım
Yirmi Birinci Asrın Çorak Çocukları
Karanlık bir kuyu içinde çırpınan gözlerim, beni “benden eyleyen” bir çığırtkanlığın sürüklüyor. Oysa; dünyada bulunan ihtişam ve görkem, yerin yüzüne sirayet ederken, bir derya ve feza ile mücmel iken, yüreğime vurulan notaların serden gâhi, gözlerimi karanlık arıklara düşürmemeliydi. Zira, Bir günbatımı sahnesinde oynaşan tan yeli, kızılcık şerbeti dökmeliydi gönül kapısında bekleyen kapıcının mefkuresine. Ardından, açılan kapının bir adım ilerisinde beni bekleyeduran basiretin, şaşmaz mikyasına, bir demet gül kondurup, gözlerden inen ateşli bakışların dudaklarına tırmandırmalıydı. Ve uzatılan dudakların ateşine meftun olan deryaların, mukaddes lütfundan geçmeliydi.
Yalnız… Mabedimin gözleri, gökyüzüne doğru tırmanan bir yaralı kuş, baktıkları, bataklık ve gördükleri sadece seçtikleri kadar çaresizdi.
Kim bilir… Kim bilir, belki de hayatın bu serencamına müptela olan düşlerimin düşüşü , yalnız ve yalnızca; tüm bakışlara dürbün ve tüm gördüklerine ama iken - ben, sen ve o- yirmi birinci asrın çorak çocukları gibi, sadece gözlerin izinde kaybolmuş, bir daha göremeyecek kadar işgale uğramış topraklar gibiyiz.
Sakın ve bir daha sakın… Sen de biliyorsun ki “Gözlerimiz korkunç itiraflarla dolu” bekliyor… Bir sür/ü gibi. Bazen enkaz parçacıkları, bazen utancın doruklarında buluyor bizi. Ve mukadderat içinde var olan gözlerimizin şahitliği acaba bizlere nerelerden, neleri hazırlıyor. Biliyorum ve bilemem. Kim bilir neleri ve nereleri. O zaman bu fenalığın, cahilliğinden kurtulmak istiyorsak “Mana denizine dalmak için, baktıklarını idam et’’ demeliyiz. Zira, bizleri çoraklaştırarak, boyunlarımıza urganları geçiren gözler, bir daha yaşayamayacak kadar nefessiz bırakacaktır seni beni ve…
O zaman gözlerimize sürülenlerin izini değil, gözlerimize sürdüğümüz izleri terk etmeli. Zira gözlerine sürdüklerin yaratıcından değil, senden olanlar. Senden olanlar ise, senden değil.
O zaman… Sus ve kapat gözlerini. Sadece bir an bile olsa… Neden mi..? “Gözlerimi kapatıyorum ve tüm dünya ölüyor ve gözlerimi kaldırıyorum her şey yeniden doğuyor” diyen Sylvia Plath gibi işgalin başladığı toprakların üzerinde, yeniden doğmak ve yaşamak istiyorsak, bir an bile olsa tüm işgali bitirmek için kapat gözlerini.
Yoksa, bir Ortadoğulu rahibin yazdıkları tırmalar kulaklarımızı. Görmesi ile, en çok beklediği anın arasında yaşadığı çelişkiyi yaşatır ve hatırlatır bizlere.
Hani bir mütefekkir de şöyle diyordu “Bir şehrin uzak semtleri gibi kalır gözlerin, üzgün kara ve ayaklanmaya hazır.” İşte, şimdi gözlerimiz, üzgün kara ve ayaklanmaya hazır.”
Öyleyse, işgalin altında ezilmektense, ayaklanmaya cüret edecek gözlerimize direnmek, bizlere nasıl bir yurt ve hangi ateşli barınaklardan ateşler taşır bir düşün. Düşün ki ömrünün boyu kadar, gözlerinin gördükleri ve gözlerinin gördükleri kadar ise inşa ettiğin yurdunun sıcaklığı seni üzmesin. Şimdi bunları fikretmenin vakti gelmedi mi… Şimdi gözlerimize sürülen irinlerin izlerini temizleme vakti gelmedi mi..?
Ve işte durduramıyorum… Ayaklanıyor gözlerim, ne kadar arıklara koysa da beni… Tufanlar ve kasırgalar kopuyor. Ve inan ağlıyor benden olan coğrafyamın yağmurlarının tadıyla. Dudaklarıma kadar tuzlu, yüreğime kadar ateşli ve gönlüme kadar sarhoşça. Hey Arkadaş..! çıldırıyorum… Yok mu yetişen. Gözlerimin izi, gönlümün izinden değildi. Bakmak istediklerimin, iziydi… Sorma biliyorum hepsi benimdi. Sanki gözlerimden ötesi yok sadece gördüklerim “dilimdi ve dinimdi”.
Ve, şimdi bırakıyorum “yirmi birinci asrın çorak çocukları” gözlerimi yirmi birinci asra bırakıyorum. Zira bu yüzyılda esir edilmiş gözlerin izinde hala, mahmurluk ve masumluk yağmurları düşüyorsa serencamına, gönlüne taşınan hicranların mukaddimesi asırları barındıran bir katibin kaleminden çıkmış gibi, sana doğru “seni, senden eylemeye “değil” seni, sana döndürmeye” geliyordur. Sana, senden olanı hatırlatmaya, senden olmayanı atmaya… Yani gözlerinin izini doğru sürmene, dolu sürmene…
O zaman bırak da, sadece gözlerin söylesin sözlerini, gözlerin sussun ve gözlerin görsün seni… Beni ve bir başkasını… Zira Sen susarsan gönlün ve sen susarsan kalbin gözlerinle konuşur.
Zira, sen sus ki; gözlerin, bakmayı değil görmeyi bilsin. Bilsin ki gözlerinle güzeli görüp, güzeli düşünmeye yolculasın seni. Ve sonra bir nebze bile olsa görerek, hayatından lezzet almayı öğretsin sana.
Ve işte o zaman o gözler ki; sadece umut taşır… Düş taşır… Efkar taşır… Yüklü vagonların içinde “Seni ve sadece senden olanı taşır.” Ve belki de işgal biter, gökyüzünde uçuşan kuşlar gibi hür, özgür ve mukadderat ile mecz olmuş gözlerimiz, özüne dönerek; senin izin, benim özümden, senin özün ise benim gönlümden görendir” diyerek, ‘Nasıl görmemiz gerektiğini’ bir daha hatırlatır.
Son olarak demeliyim ki, şimdi “Gözlerimi sana bırakıyorum ya Rabb..! Sana emanet artık Gözlerimde ki bab…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.