
Raşit Duran
Tevhid-i Kulûb: Kalplerin Birliği
"Evet, tevhid-i imani, elbette tevhid-i kulubu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder."
(Mektubat)
Hem Ramazan hem Kurban Bayramı öncesinde başlayan gergin toplumsal ortamın kasavetli havasından dolayı tam hissedemediğimiz uhuvvet / kardeşlik ve muhabbet / sevgi atmosferini az da olsa bayram vesilesiyle yaşadık. Duamız hem şahsî hem toplumsal hayatımıza muhabbet ortamının hâkim olmasıdır. Bunun yolu elbette, tevhid-i kulûbün yani kalplerin birliğinin tecessüm etmiş, Yunusça diyecek olursak, “ete kemiğe bürünmüş” haliyle görünür olmasından geçmektedir.
İmtizaçkarane ittihadı yani toplumsal anlamda uyumlu birlikteliğimizi bozan o kadar çok dahili ve harici sebep var ki… Maharet işte tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Yaşadığımız bu asırda ve akla hayale gelmedik fenalıkların yaşandığı bu zamanda bu birlikteliğe hayati anlamda muhtacız. Yüzyılımız hürriyet ve ittifaklar asrıdır. Bir asırdan fazla zaman önce Bediüzzaman, dünyanın gidişatını ve zamanın ruhunu tam bir vukûfiyetle görüp okumuş; zamanın ruhuna uygun reçeteyi “teşhis-i illete münasip” beyanlar ile Risale-i Nur tarzında bizlere sunmuştur. Ne var ki, bu reçeteden hem bireysel hem toplumsal anlamda kâmil manada yararlandığımızı söyleyemiyoruz.
İçinde bulunduğumuz asırda iki şey ön plana çıkarak milletlerin ve devletlerin hayatında önem kazanmıştır: Hürriyet ve ittifak. Ve -maalesef- içinde yaşadığımız coğrafyamızın bir türlü beceremediği şeylerden ikisi de yine bu iki mühim meseledir. Hürriyet ve ittifakımıza engel olan şeyleri öncelikle hep harici/dış faktörlerde arayıp, dahilde yapılan söylem ve eylem planındaki vahim hataları görmediğimiz sürece hürriyetin temini ve ittifakların tesisi hususu hep başka baharlara kalmaya mahkûmdur. Hürriyeti ve ittifakı bu mahkûmiyetten kurtarmak da yine bize düşmektedir. Ve keza, Bediüzzaman’ın “sulh-u umumi” dediği dünya barışına giden süreç de yine öncelikle kendi coğrafyamızda tesis etmek mecburiyetinde olduğumuz hürriyet ve ittifaklara vabestedir. Çünkü şu iki şeye başkalarından daha çok muhtaç olan biziz. Bu bağlamda yaşadığımız coğrafyanın “teşhis-i illet” yani, hastalığını teşhis meselesini dosdoğru yaparak şeffaf, net, anlaşılır bir şekilde ortaya koyabilmeliyiz. İslâm coğrafyasının ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanların hal-i hazırdaki durumu gerek siyasî gerek iktisadî ve gerekse içtimaî -bugünkü- haliyle hürriyet ve ittifaka kapı aralayacak bir görünüm arz etmemektedir. Çünkü, ittifakı değil, iftirakı / ayrılığı netice veren, inancımız ile örtüşmeyen paradoks ve çelişkili hallerimize gözümüzü, kulağımızı ve ağzımızı kapatmakla murat ettiğimiz iyilik ve güzelliklere ulaşmak -mümkün olsa da- hayli zordur.
Bediüzzaman’ın, “Nasıl iyilikten fenalık gelir?” sualine verdiği cevabın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Muhali (olmayacak şeyi) talep etmek, kendine fenalık etmektir.” Mesela, bu noktada, Balkanların Bilge kralı merhum Ali İzzet Begoviç’in şu hakikatli sözü ne kadar manidardır: “İyi insan olmadan iyi Müslüman olamayız.” Âdeta, “İslâmiyet insaniyet-i kübradır” beyanının şerhi gibi. Sözde geçen “iyi insan” lafzının içini hem söylem hem eylem olarak, “iyi” ve “iyilik” adına ne varsa onunla doldurmak mümkündür. İyi olana ve iyiliklere sahip çıkıp her zemin ve zamanda, “Usûl esasa mukaddemdir” düsturuna riayet ederek savunmak evvel emirde inanan insanların yani “emin” sıfatıyla şeref-yâb olan müminlerin vazifesidir.
Son söz:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”(Mehmet Akif)
Demek, tefrika/ayrılık-gayrılık illetinin ilacı da şairin şiirinde ifadesini bulan “tevhid-i kulûb” yani kalplerin birliği iledir.
**
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.