Bahtı Açan Anahtar: Meşveret

Bundan önceki yazımızı, “Asya’nın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır.’’ (Bediüzzaman) sözü ile bitirmiştik. İstişare, şura, meşveret aynı ailenin evlatlarına verilen farklı isimlerdir. Meşveret; hürriyetin hükümferma olduğu şu yüzyılda ortak akılla düşünme, karara bağlamakla birlikte aynı zamanda ortak hareketin de adı ve anahtarıdır. Saadet kapılarını ve milletlerin bahtını açan, İlahî ve Nebevî harika anahtarı tam anlamıyla kullanabilir muyuz? Cevabını, kendi dünyamızın siyasi, iktisadi ve içtimai haline bakarak herkes kendi vicdanında verebilir.

Dahili ve harici tahakküm ve zulümden kurtulmak için ülke içinde olduğu gibi ülkeler -kıtalar- arasında da meşveret pek ala olabilir ve hatta şu hürriyet çağında ve ittifaklar asrında olması elzemdir. Ve keza elimizi kolumuzu bağlayan, maddi manevi terakkimize engel teşkil eden, idraklerimize giydirilen ve “-izm” denen deli gömleğinin tasallutundan, Cemil Meriç’in “kiliseler gibi yobaz yetiştirir.” dediği ideolojilerin taassubundan kurtulmanın yolu da meşveret adı verilen ve millete saadet kapısını açan anahtarı hakkıyla kullanmaktan geçiyor. Fakat ne hikmetse bu anahtarı, olumlu işlerimizde istimal etmekten daha çok suistimal ile olumsuz eylemlerimizde kullanıyoruz.

Bin aklı bir akla feda edenler ile meşveret anahtarını bir şahsın cebine koyanlar veya bir zümrenin eline verenler, kendilerine saadet kapısını kapatmış, istibdat kapısını aralamış olurlar. İstibdat ise milletler için felaket zamanlarıdır. İsterseniz onun hakiki mahiyetini Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eserinden aktaralım:

“İstibdat; tahakkümdür,
muamele-i keyfiyedir,
kuvvete istinat ile cebirdir,
rey-i vahittir,
suistimalata gayet müsait bir zemindir,
zulmün temelidir,
insaniyetin mahisidir.

Sefalet derelerinin esfel-i safiline insanı tekerlendiren ve alem-i İslamiyet’i zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslamiyet’i zehirlendiren hatta her şeye sirayetle zehrini atan, o derece ihtilafatı beynel İslam’a ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlid eden istibdattır.”

Acı olanı, Asya kıtasının pek çok ülkesinde bu kadar menfi, zararlı, millet ve memleket aleyhine olan bir şeyi, sanki dinin emri yahut onun iktizası imiş gibi millete kabul ettirmeye çalışmak gayretkeşliği içinde olmaktır. Gerçek olanı da şu ki, dünyanın farklı yerlerinde olduğu gibi Asya kıtası da İslam dünyası da Bediüzzaman’ın dehşetli hastalık diye isimlendirdiği “Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat." ile ya bir şahsın yahut bir zümrenin tahakkümü ve tasallutu altındadır. Oysa tahakkümane istibdadın inancımızla hiçbir münasebeti yoktur. Hali hazırdaki vaziyetimiz bir asır önce söylenmiş şu sözlerin ne kadar hak ve hakikat olduğunu, iktisadi ve içtimai hayatımız, İslam ülkeleriyle olan ilişkilerimiz, devletler muvazenesindeki yerimiz bize kendi lisanıyla gayet açık ve tevile ihtiyaç bırakmayacak şekilde söylüyor. Bu felaket vaktini saadet zamanına çevirmenin anahtarı, akıl ve irade sahibi insan olarak bizim elimize verilmiştir. İçinde hakiki anlamıyla hürriyetin, adaletin, kanun hakimiyeti ve meşveretin olduğu ve olacağı bir sistemin tesisine mecburuz. Aksi halde gayrın kullandığı maymuncuk anahtarına mahkûm halde yaşarız. İstibdat, kendini şirin gösteren hangi libası sırtına giyerse giysin, hepimiz Bediüzzaman’ın “rast gelsem sille vuracağım.” demesi gibi biz dahi sille vurabilmeliyiz.

Hürriyeti yok etmekle aklımıza ve insaniyeti yok etmekle hayatımıza husumet besleyen istibdadın ilacı; hürriyet ve adaleti de tazammun eden meşverettir. Şu hürriyet ve ittifaklar asrında bu anahtarı, saadet kapıları kırıldıktan sonra mı kullanmayı düşünüyoruz? Kapı kırılınca ne anahtarın ne kilidin hükmü kalır.

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.