Mahmut Kaplan
Ömrü Yele Vermek veya…
Sevdiğim bir halk türküsündeki “Geçen gün ömürdendir” mısraı yüreğimi yerinden oynatarak beni derinden düşüncelere salar; ömrün yokuş aşağı inen bir sel gibi akıp gittiğinin farkına vardırır. Yaşlılıkta zaman akrebin değil yelkovanın kanatlarında pervaz eder. Bize sunulan ömür nimetine açılan parantezin kapanması için zaman, rüzgâra binmiş bulut gibi elimizden kayıp gider. Ömür diye tanımlanan hayat macerası farkına bile varılmadan tükeniverir.
İnsan, tulû eden yaşlılık şafağını bükülmüş bel, elden ayaktan kesilen güçten anlar fakat iş işten geçmiş olur. Ömür, zaman ve yaşlılık iç dünyamı dalgalandırırken yine şairlerimizin kapısını çaldım. Her biri kendi dünyasından bana serzenişlerini, sitemlerini, eyvahlarını, duygu ve düşüncelerini mısralarıyla fısıldadı. Anladım ki sadece ben değil şairlerimiz de bu baş döndürücü zaman akışı karşısında derin düşüncelere dalmış, tefekkür, tahassür/özlem ve teessüfler yaşamışlar. Sonra da benim gibilere uyarı, ikaz ve teselli olsun diye de veciz mısralar nazm etmişler. Şairlere soracak, aldığım cevapları benim gibi ihtiyarlık şafağıyla uyanan veya henüz farkında olmayanlarla paylaşacağım. Nedir bu ömür dedikleri? Bu soruyu Hayretî’ye sorarsanız cevabı çok kısa olacaktır: Bir nefestir:
Bir nefesdür 'ömr kılma i'timâd
Bir hevesdür mâl kılma i'tibâr
Ömür bir nefestir güvenme. Mal bir hevestir itibar etme!
Bir nefes; alıp veremedin, verip alamadın… Parantez kapandı, bitti! Bu yüzden Sa’dî-i Şirâzî, her nefes için iki şükür vaciptir, demiş. Nefes alıp vermek, dünya nimetlerinin en büyüğü, en güzeli…
Ömür, âlem-i ervahtan, rahm-i maderden dünyaya; dünyadan kabre, kabirden haşre doğru giden bir yolculuk... Kâmî, bu seyahati bu güzel beyitle ifade etmektedir:
Bir seferdür ‘ömr kim encâma dek yok menzili
Çünki ârâm itmezüz ya mâh u sâli n'eylerüz
Ömür, son menzile kader durağı olmayan bir yolculuktur. Madem dur durak/dinlenme yok o halde ayı ve yılı ne diye hesaplarız?
Dünyaya gelen insan çoğu zaman farkına bile varmadan, son durağın kabir olduğunu aklına getirmeden yoluna devam eder. Bir gün ansızın dünya ışıkları sönüverir.
Allah insanı yeryüzü gurbetine gönderirken ruha bir ten libası giydirmiş, bunun üzerine de kazınamaz bir yazıyla “ölümlü” damgasını vurmuş, “fani” etiketini yapıştırmıştır. Taşlıcalı Yahya, mürşidinin ağzından bu durumu şöyle yorumlar:
Pîr-i tarikat bana bu sözi togru didi
Cisme libâs-ı fena 'ömre akarsu didi
Tarikat şeyhi bana bu sözü dosdoğru dedi: Cisme yokluk elbisesi, ömre akarsu dedi.
Ten ölümlü bir giysi, ömürse akarsu. Su akıp geçti mi geri gelmez. Akarsu eninde sonunda denize ulaşır. Ruh da ebedi âleme doğru çıktığı yolculuğunda bazı menzilleri aşarak devam eder. Allah’tan (cc) geldi Allah’a döner. Ancak benim gibi biz insanlar bu akıp gitmekten bu baş döndürücü gidişten habersizmiş gibi davranır, başını kuma sokar da her gün önünden geçip giden tabutlardan birinin içine günü geldiğinde gireceğini aklına bile getirmez. Nakşî İbrahim bu noktada trafik polisi gibi bize “durun”, der: “Ömür defterini bir düren var: dest-i ecel”:
Dirîgâ kim gafletdeyüz hey
Kitâb-ı ‘ömrümüz eyler ecel tay
Hey, yazık, biz gafletteyiz, (oysa) ecel bizim ömür defterimizi dürer/dürecek…
Bu kısa girişten sonra şairlerimizin, bizi uyarmak, kuma gömdüğümüz başlarımızı çıkarıp çıplak hakikatle yüzleşmemize vesile olmak için ömürle ilgili söylediklerine şöyle bir bakalım. İnsanın dünyada hırsla peşinde koştuğu en önemli varlık paradır. Savaşların, geçimsizliklerin ana sebeplerinden biri para ya da geniş anlamıyla ekonomidir. Ömür paraya benzetilerek “nakit” kelimesi tercih edilmiş. Şair Kâmî, saati çağrıştıran aşağıdaki beytinde ömrü paraya neden benzettiğini anlatmaktadır:
Çaldı her sâ‘at o rakkâs-ı felek
Nakd-ı ‘ömrin birazın bî-minnet
O felek rakkası(sarkaç) her saat ömür sermayemin birazını minnetsiz çaldı.
Rakkas yani saatin sarkacı iki uç arasında her salınışta ömrümüzden birazını alıp gider. Biz saate pek de bu gözle bakmayız… Sözleştiğimiz biri varsa beklerken saat geçmeyi bilmez; oysa zaman ömrümüzü sessizce öğütüp durmakta, tüketmekte...
Dünya bir dükkân, biz burada ömür sermayesi ile alışveriş yapmaktayız. Satıcıya düşen zarar etmemek diyor Neccâr-zâde Rıza bu aşağıdaki beytiyle:
Dükân-ı mâ-sivâda nakd-i ‘ömrüñ eyleme zâyi’
Nigâh itmez harîdâr-ı fenâ kâlâ-yı bî-sûda
Masivâ dükkânında ömür sermayesini yitirme, yokluk alıcısı faydasız, kârsız kumaşa, mala bakmaz.
Şair, ömür sermayesinin gafletle, fısk ve sefahet yolunda harcanmaması gerektiğine dikkatimizi çekiyor. Alıcı, zarar edeceği malı almaz, diyor. O halde ona beğendirecek bir meta hazırlayın. Bu meta hayır ve güzellik yoluna sarf edilen ömürdür. Neşatî daha bir celal içinde haykırır:
Nice bır bü'l-hevesâne bu sefâhet dâ'im
Nakd-i ömrüñ idesin yok yire ifnâ nice bir
Ne zamana kadar keyfine göre bu sefahete devam edeceksin? Ömür sermayesini daha ne zamana kadar yok yere bitireceksin?
Kâtip-zâde Sâkıb, daha yumuşak bir dille ikaz eder bizi:
Az kaldı nakd-i ‘ömri yeter eyledün telef
Bendergeh-i ‘amelde ticâret zamânıdur
Az kaldı, ömür sermayesini harcadığın yeter, amel harmanında ticaret zamanıdır.
Ömür sermayesi, ahireti kazanmak için insana emanet olarak verilmiş. Onu emanet sahibinin izni ve rızası dairesinde harcamak gerekir. Allah, ömrü yerinde harcamak için akıl, fikir ve türlü organlar vermiş. Sonra biz gözü doymaz insana, gel demiş, emanet olarak verdiğim bu değerleri bana sat, karşılığında sana ebedi bir mutluluk, bir saati bin yıllık dünya saadetinden daha güzel olan Cennet’i vereceğim. Biz, zaten O’na ait olan bu emanetleri onun rızası dairesinde harcamazsak elimizden çıkıp gidecek, üstelik acılarını, özlemlerini üstümüze yıkarak terk edecek, bizi daimi bir tahassür ve yoksunluğa salacaktır.
Şairler ömrü, günlük hayatta sıkça kullanılan bazı araçlara da benzetirler. Benzetileni seçmede son derece hassas davranan Karamanlı Aynî, ömrü peymaneye, kadehe benzetir. Kadeh içince boşalır, baş aşağı edilince içindeki tamamen dökülür:
Dilâ pür olmadın peymâne-i ‘ömr
Cihânun varlığın bir cür‘aya sat
Ey gönül sen, ömür kadehi dolmadan dünyanın varlığını bir yudumcuğa sat!
Üsküplü İshak Çelebi, devran sakisinin yani zamanın ömür kadehini önce içirdiğini sonra aklını başından alıp sarhoş ettiğini söyler:
‘Ömr peymânesini sâkî-i devrân kişiye
İçürür soñra döner mest-i harâbın götürür
Devran sakisi ömür kadehini kişiye önce içirir, sonra dönüp onu körkütük sarhoş olarak götürür.
Ömür meyve vermesi ya da hiçbir ürün vermeden sona ermesi bakımından fidana benzetilir. Emrî, ömür fidanına konan kızıl gagalı “kaza kuşu”na dikkatimizi çekmeye çalışır:
Kazâ murgı mıdı bilmem nihâl-i ‘ömrüme kondı
Kızıl yâkûtdan minkârı bir murg-ı şeh-per gördüm
Kızıl yakuttan gagası olan uzun kanatlı bir kuş gördüm. Bu kaza kuşu muydu ömür dalıma kondu.
Ömür, insanın en değerli varlığı, uğruna bütün varlığını feda edebileceği yegâne sermayesi olduğundan “şâhid/güzel”e teşbih edilir. Gelibolu Mustafa Âlî’nin aşağıdaki beytine bakalım:
Şâhid -i ‘ömre i‘tikâd itme
Katı hercâyidür vefâ yokdur
Ömür güzeline inanma, o çok hercayidir (onda) vefa yoktur..
Bu güzelin en belirgin vasfı vefasızlığıdır. Çekip gider, arkamda ne bıraktım diye geriye dönüp bakmaz bile…
Ömür nazlı bir güzeldir, onu incitmeye gelmez, diyor Fuzûlî:
Zâyi' geçirme fursatını ağla her nefes
Bu ömr-i nâzenin çü bilirsin kılar şitâb
Madem bu nazenin ömrün çabuk geçip gittiğini bilirsin o halde fırsatını boşa geçirme, her nefes ağla!
Mumun ömrü yandıkça tükenir. İnsanoğlu da dünyaya geldiği andan itibaren ömrünü tüketmeye başlar. Bundan dolayı şairler, Zâtî’nin aşağıdaki beyitlerinde olduğu üzere ömrü, yerinde bir teşbih olarak, muma benzetirler.
Her habâb-ı mey verir âlem fenâsından haber
Gösterir her gece ömrün olduğun kûtâh şem’
Her şarap kabarcığı düyanın faniliğinden haber verir. Mum her gece ömrün kısa olduğunu gösterir.
Şarabın ya da suyun üzerindeki hava kabarcığının içi boştur, daha doğrusu hava ile doludur ve çok zayıftır. Püf demekle dağılır, yıkılır. Şairin şarap anlamına gelen mey kelimesini seçmesi tesadüfî değildir. Şarap insanı sarhoş eder; dünya ve ömür de öyle. Şair bu sarhoşluğa dikkati çekmek için şarap kabarcığı teşbihini yapmıştır. Mumun boyu kısadır. Akşam yanmaya başlayınca sabaha varmadan erir, tükenir. Zâtî, insanı sarhoş eden ömrü muma benzetir ve “ey insan sarhoşluktan ayıl, mum gibi ömür de çok kısadır, göz yumup açıncaya kadar eriyip biter” demek istemektedir. Aşağıdaki ikici beyitte ise daha çarpıcı bir ikaz vardır:
Rişte-i 'ömrüñ ucı gördi fenâya irişür
Döker anuñçün gözinden 'âkıbet hûn-âb şem'
Mum, ömür ipinin sonunun yokluğa eriştiğini gördüğünden sonunda gözlerinden kanlı gözyaşları döker.
Mumun içinde fitil görevini gören iplik vardır. İplik yanar ve sonunda biter. Yani fena bulur, yok olur. Mum içinde ışık saçan ipin sonunun yokluk olduğunu gördüğünden kanlı yaşlar döker, daha açık ifade ile erir. Şair mumu kişileştirerek ömrün kısalığına dikkat çeker.
Beden, ruhu koruyan, barındıran bir kafes, kimi zaman iyimser bir bakışla kasr, köşk, ya da saray... Kasr teşbihi durup dururken kullanılmamış. Bülbüle benzetilen ruh, ten sarayında da olsa asıl memleketini, altın kafese konan bülbül gibi geldiği ebedi âlemi özler. Bu yüzden Hayretî bizi uyarma ihtiyacı duyar:
Kasr-ı 'ömrün yok durur bünyâdı gel dîvârına
Arka virme sanma ey hâce esâsın üstüvâr
Ey efendi, ömür sarayının temeli yoktur; gel onu sağlam sanıp duvarına sırtını verme, dayama.
Ten binası, köşk de olsa temeli çürüktür; küçük bir mikroba, basit bir kazaya yenik düşer. Temeli zayıf bu yapıya güvenip arka verenlerin sonu hüsrandır. Duvar yıkılır altında kalır, fena bulur. Nev’î de Hayretî’den farklı düşünmez. O, daha da zayıf bir bina örneğini Zâtî’nin yukarıda kısaca değindiğimiz örneğini verir: (Habâb-ı mey) Şarap kabarcığı:
‘Ayş-ı dünyâ göz yumup açmışça gelmez âh kim
Kaşr-ı ‘ömrüñ bir habâb-ı mey kadar bünyâdı yok
Ah, dünya hayatı insana göz yumup açmış kadar (bile) gelmez; ömür köşkünün bir şarap kabarcığı kadar temeli, yapısı yok.
Nev’î’nin teşbihi harika: Ömür binası bir kabarcık kadar zayıf ve temelsiz, üflense dağılıp yok olacak kadar çürük... Bu durumda ona bel bağlamak akıl kârı mı? Bu çürük, bu temelsiz binanın insan nesine güvenir de dayanır, boyundan büyük işlere kalkışır?
İnsanın yaşlanması, saçların, sakalın ağarması ak kara çağrışımı yapar. Ömrü birtakım sıkıntılar içinde geçmişse şair, ömrü kara sıfatı ile niteler. Fasîhî bu çarpıcı terkiple seslenir:
Döndi şafaka çün dilüm ü rîşüm ağardı
Bî-hûde geçürdüm şeb-i ‘ömrüm seher oldı
(Vakit) şafağa döndü, gönlüm ve sakalım ağardı. Ömür gecemi boşa geçirdim şafak söktü.
Şafak sökmesi, yolun sonunun görünmesi anlamında kullanılmış. Şair “eyvah” deme noktasında. Bu teessüf hem kendisi için hem bizim için bir uyarı yok mu?
Ayna, gerçeğini insana çarpıtmadan gösteren en riyasız nesnedir. Kendisine aksedeni aynen gösterir. Kâtipzade Sâkıb bu yüzden olsa gerek ömrü kişinin bulunduğu çağı, yaşı gösteren bir aynaya benzetir:
Âfet-i âyîne-i ‘ömr idügin bilse eger
Bir nefes itmez idi halk-ı cihân redd-i nefes
Dünya halkı eğer ömür aynasının afeti olduğunu bilseydi bir kez bile (aldığı)nefesi vermezdi.
Yukarıdaki beyit ömrün süratle geçişini çok güzel ifade etmektedir. Her soluk ömürden gitmekte, her nefeste ecel insana biraz daha yaklaşmakta. Aslında şair bir tecahül-i ârif yapıyor. O da insanın elinden bir şey gelmeyeceğinin farkında ama bilmezden gelmeyi tercih ediyor.
Yılın en güzel mevsimidir ilkbahar; tabiat yeşillenir, ağaçlar çiçek ve yapraklarla donanır, güller açar. İlkbahar, insan ömrünün gençlik dönemini sembolize eder. Gençlik de ömür gibi çok çabuk geçer, yerini ihtiyarlık kışına terk eder. Aşağıdaki beyitte bu katı gerçeği Taşlıcalı Yahya bir tablo çarpıcılığı içinde mısralara dökmüş:
Saçı ağarur âdemün karlu taġa döner başı
Ömri baharını anun âhir iden şitâ gelür
Adamın saçı ağarır, başı karlı dağa döner; onun ömür baharını sona erdiren kış (yaşlılık) gelir.
Yüksek dağların başında kar eksik olmaz. İnsan yaşlanınca vücudunun en tepesinde yer alan başı kara benzeyen ak saçlarla örtülür, insana gençliğin ilanihaye sürmeyeceğini ihtar eder. Ömrü bahara teşbih eden bir şair de Neccarzade Rıza’dır:
Geçürmiş nev-bahâr-ı ‘ömrini sahbâ-yı nahvetle
Reh-i ‘aşkuñda düşmiş mest-i pîrüm yâ Rasûla’llâh
Ey Allah’ın elçisi! Ben ömür ilkbaharını gurur şarabıyla geçirmiş, aşkının yolunda düşmüş ihtiyarım bir sarhoşum.
Şair, zayi ettiği, nefis ve heva uğruna heba ettiği, saçıp savurduğu ömrünün harmanı olan günahlarına karşı Resulullah’tan, ona duyduğu sevgi, aşk hürmetine ihtiyarlığına sığınarak şefaat diliyor.
Gül, açılıp solması arasında çok kısa zamanı olan bir çiçek. Ömrü kısa ama çok güzel bir çiçek, çiçeklerin padişahı: Gül... Ömür de insan için çok güzel, narin ve nazenin bir ilahi hediye:
Ey Mesîhî ko cihân bâgın ki hindû-yı ecel
Kimse mi kodı k'anuñ `ömri gülini dermedi
Ey Mesihî! Dünya bahçesini bırak zira ecel Hindusu ömür gülünü dermediği bir kimse bıraktı mi?
“Ecel Hindû”su terkibi de isabetli seçilmiş. Ölüm, insanoğlu için her zaman acı verici bir gerçek olagelmiştir. Acı ve siyahlık arasında bu yüzden ilişki kurulur. Ölüm, vakti gelince herkesin ömür gülünü derecek, dünya hayatına son verecektir.
Üsküplü İshak Çelebi ömrü bir kafileye, belki örtülü bir niyetle kervana benzetiyor. Tabii yılların birbiri ardı sıra akışının kafilesi olarak da görmek mümkün bunu:
Turmadın gitmededür ‘ömrimüzüñ kâfilesi
Kûs-ı rıhlet çalınur geldi gider geldi gider
Ömrümüzün kafilesi durmadan gitmektedir. Göç davulu durmadan geldi gider geldi gider diye çalınır.
İshak, göç davulunun sesini kullandığı tekrarla adeta duyurmak ister. Ömür kafilesi doğumdan itibaren ebet diyarına doğru seferine başlar. Kafilede eskiden hareket ve konaklama zamanlarını duyurmak göç davulu olurmuş. Dünya bir konak, insan burada bir müddet gölgelenip yoluna devam edecek olan bir yolcu. “Geldi gider, geldi gider” cümleciğinin tekrarı sanki davulun büyük tokmağı ile küçük çubuğunun sesini vermek için tercih edilmiş.
Ömür insana bağışlanan çok değerli bir sermaye, kolay ve ucuz harcadığımız çok pahalı bir değer. Kâmî ömrün değerini şu beyitte çok güzel anlatmakta:
Kâmiyâ kâsid olan nakd-ı hevâ-yı nefse
Nâ-revâdur ki ola ‘ömr-i girân-mâye takâs
Ey Kâmî geçmez, değersiz (akçe olan) olan hevâ-yı nefisle çok değerli ömrün takas edilmesi uygun değildir.
Nefsin heva ve istekleri “geçmez” kalp para gibidir. Ömür ise son derece kıymetli, değerli bir metadır. Böyle değerli bir değerin nefis yoluna harcanması uygun düşer mi, diye sorar. İstifham yaparak anlamı güçlendirir. Ebedi hayatı kazanmak üzere verilen sermayenin nefsin boş ve kirli istekleri için harcanması uygun olur mu hiç?
Ekinden amaç harman, dolayısıyla hasat, yani üründür. Ömür, dünyada ebedi hayatı kazanmasına vesile olacak bir ticareti yapmak üzere insana verilmiş. Kişi ömrü boyunca amel tarlasına hayır ya da şer ekerek yaşar. Hayatının sonunda ektiklerinin huzuru ilahide ürünlerini görür, hesabını verir: Kısaca harmanını toplar, ürününü kaldırır:
Hırmen-i ömri savurup dânemüz dirmekdeyüz
Bir değirmendür cihân biz bunda nevbet beklerüz
Ömür harmanını savurup tanelerimizi tüketmekteyiz; dünya bir değirmendir. Biz burada nöbet bekleriz.
Ümmî şair Enverî’nin yukarıdaki beyti ömrün meyvesiz geçişinin acı bir tespiti değil mi? Ömür bir harman, fakat biz onun tanelerini rüzgâra savurup durmaktayız. Cihan değirmeni dakikalarımızı, saatlerimizi, günlerimizi öğütüp mukadder sona doğru bizi çekip götürmekte. Heyhat! Çoğu zaman da dünya değirmeninde sıra beklerken geçirdiğimizin, boşa harcadığımızın kendi ömrümüz olduğunun farkına bile varmayız. Elde edilenin “hiç” olduğu anlaşıldığında iş işten geçmiş oluyor. Oysa dünya, Usûlî’nin ifade ettiği gibi hasılatı öte tarafta elde edilecek bir tarla:
Kişt-zâr-ı dehrde bir cevce hâsıl kılmadın
Vah ki ömrün hırmenin etdin hebâ-yı rüzgâr
Eyvahlar olsun, zaman ekinliğinde bir arpa bile elde edemeden ömür harmanını rüzgâra verdin, heba ettin.
Hayretî, ömür harmanından mahsul almanın yolunu şöyle açıklar:
Mezra'-ı 'âlemde 'ömri hâsılından cevce sûd
Almamışdur gözlerinün yaşı bârân olmayan
Gözlerinin yaşı yağmur olmayan âlem tarlasında ömrünün mahsulünden bir arpa kadarcık yarar sağlamıştır.
Ömür harmanının ürünü ahirette toplanır. Kişi, yaptıklarını, özellikle yanlışlarını düşünüp pişmanlık gözyaşları ile Allah’a tövbe ederek yakarmadıkça bir şey elde edemez. Ömürden kâr etmenin yolu samimi gözyaşlarıdır. Şair, insanlar, yaptıklarından pişman olup samimi bir niyetle Yaradan’a yönelmeli diye ikaz eder.
Ömür kelimesinin telaffuzu insana bir şeylerin geçtiğini ses olarak da ima eder. Şairler, ömür ve sel arasında hep bir benzerlik kurarlar. Asaf (Mahmud Celaleddin Paşa), delice akıp duran sele bakıp teessüfle seslenir:
Derdin nedir ey seyl-i şitâbân bu ne sür’at
‘Ömrümle rekâbetde mi idmân sana kaldı
Ey çabuk akıp giden sel, derdin nedir; ömrümle rekabet etmekte idman, sana mı kaldı?
Çok iç acıtıcı bir hüzün havası taşıyor bu beyit. Ömür ve sel aynı süratle sona doğru yol alır; insan buna karşı çaresiz ve şaşkın... Asaf’ın neden böyle düşündüğünü aşağıdaki beyitten anlıyoruz:
Biz ‘ömrümüzü ye’s ü melâmetle geçirdik
Ey dest-i ecel çâk-i girîbân sana kaldı
Biz ömrümüzü yeis ve kınanmışlıkla geçirdik; ey ecel eli yaka yırtmak (işi) sana kaldı.
Yeis, inancımızda iyi karşılanmayan, hatta büyük günah sayılan bir durum. Allah’ın rahmetinden umut kesmek haram ama insan hayat telaşesi içinde farkına varmadan bu hastalıklı ruh halinin seline kendini kaptırabilmektedir. Asaf da böyle bir durumdan yakınıyor. Yeis ve melameti, kınanmışlığı birlikte kullanması tesadüf mü, değil... Meyus bir insanın davranışları hoş karşılanmaz, insanlarda olumlu bir izlenim bırakmaz. İnsan zaman zaman, istemeden de olsa bu ruh hali içine girebilir. Aslında mümin kişinin yeise kapılmaktan çok ibret almaya ihtiyacı vardır. Fuzûlî’nin aşağıdaki beytinde ifade ettiği üzere teessüfe sebep geçen ömrün gereği gibi değerlendirilmemiş olmasıdır:
Diriğ u derd ki encâma yetti ömr henüz
Harâb-i bâde-i zerkam esir-i dâm-i riyâ
Yazık ki ömür sona gelip dayandı da ben henüz gösteriş, ikiyüzlülük şarabının sarhoşu, riya tuzağının esiriyim.
Fuzûlî’in beytinde teessüfü ifade eden iki kelime ver “dirîğ” ve “derd”. Buna karşılık ikinci mısrada yine hemen hemen aynı anlama gelen “bâde-i zerk/riya şarabı” ve “dâm-ı riyâ/riya tuzağı” terkipleri var. Bu iki terkibin ürünü ise dert ve esef etmek; elde edilen ise sarhoşluğa benzeyen manevi “yıkılmışlık” halidir. Bu üzüntü verici durumdan sıyrılmanın yolunu Mesihî gösterir:
Yüri günâhuña tövbe idüp yemin idegör
Ki geçdi ‘ömr-i ‘azîzüñ nite ki bâd-ı şimâl
Yürü günahına pişman olup (işlemeyeceğine) yemin et zira aziz ömür kuzey rüzgârı gibi geçti.
Kuzey rüzgârı sert ve soğuk eser.
Nesîmî, dünyayı bir sevgili gibi görenlerin ona kavuşarak amaçlarına ulaşamayacaklarını, sonlarının hüsran olacağını çarpıcı bir ifade ile anlatır:
Dil-beri oldu kimin kim fânî dünyâ âkıbet
Geçti ömrü doymadı irişmedi dil-dârına
Kimin sevgilisi geçici dünya olduysa sonunda ömrü geçti, (ona) doymadı ve ona kavuşmadı.
Ardından uyarılarını şöyle sürdürür Seyyid Nesîmî:
Fâni cihâna bakma geçer ömrü sevme kim
Ömrün zevâli var u cihânın bekâsı yok
Ölümlü cihana bakma geçip giden ömrü sevme zira ömrün yitişi var ve dünyanın bekası yoktur.
Taşlıcalı Yahya ömrün süratle geçişini şu anlamlı beyitle fısıldar:
Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü 'aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâ'at gibi
Ömrünün yıllarının sayısı kumlar sayısınca da olsa bu âlem şişesinde bir saat gibi (bile) gelmez.
Şair, ömrün saatlerini, gün ve aylarının geçişini kum saati mazmunuyla anlatmıştır. Dünya bir kum saati, insan ömrü de içindeki kum. Sayısı ne kadar çok olursa olsun bir saat içinde boşalır gider. Ömür böyle kısacık bir parantez arasıdır.
17. yüzyıl şairi Neşâtî, Allah’ı tefekkür etmeden geçirilen ömre teessüfünü dile getirir:
Dirîg o 'ömre kim zâtun tefekkür eylemeyüp
Geçe hevâ-yı heyulâyile şühur u sinin
(Allah’ım)Zatını tefekkür etmeyip, hevâ ve gereksiz işlerle ayları ve yılları geçen ömre yazıklar olsun!
Neşâtî bir Mevlevî şeyhidir, dünyaya tasavvuf penceresinden bakar. Kalbi Allah’a çevirmenin yolu dünyanın ve içindekilerin fani, ölümlü olduğunu gösterip geçiciliğine onu ikna etmekten geçer. Ömür kısadır, boş işlerle, gereksiz eylemlerle geçirilecek zaman yoktur. İnsan önemli olanı öne almalı ve ebedî hayata gerekeni seçmelidir. Neşâtî, hayatı vereni tefekkür edip onun rızası çerçevesinde çalışmaya teşvik eder.
Dünya hayatı bir rüya gibi kısa ve aldatıcıdır. İnsan yol bitip ölüm gerçeğiyle yüz yüze gelince rüya biter. Mesihî, rüya ve ömür ilişkisini şu beyitle dile getirmektedir:
Meh ü sâlin güzerânı cûşiş-i seyl-âb gibi
Ömr-i Nûh olsa gelir vâkı‘a-i hâb gibi
Ay ve yılın geçişi selin coşması gibi, Nuh’un ömrü olsa da (hayat) rüya gibi (gelir).
Hz. Nuh 950 yıl ömür sürmüş. Bu yüzden o, uzun ömür denince akla ilk gelen isimdir. Bu kadar uzun ömrün sonunda o da ecel camını içerek rahmet-i Rahman’a kavuşmuş. Ömrün rüya gibi gelmesi, kısalığından kinayedir. Rüya ömür ilişkisi başka şairlerde de karşımıza çıkar. 16.yüzyıl şairi Balıkesirli Zâtî de ömrü rüyaya teşbih edenlerdendir:
Ne güzel vâkı'adur bu ki açup cân gözini
Hâb-ı gafletde geçen 'ömrümi rü'yâ gördüm
Bu gördüğüm ne güzel bir rüyadır ki can gözünü açıp gaflette geçen ömrümü bir rüya (gibi) gördüm.
Gaflet ve uyku da birlikte kullanılan ikilidir. Sebepsiz değil bu birliktelik. İnsan uykuda bilinçsizdir. Gaflette geçen ömür de öyledir. Bazen musibetlerle insan kendine gelir, hatalarını kusurlarını fark eder de elde kalan ömrünü değerlendirmeye çalışır. Çünkü Lebib’in de aşağıda dediği gibi ömür, boşa harcanamayacak kadar, değerli bir sermayedir:
Ey nefs-i bed-âmûz-ı hevâ ‘ömr-i ‘azîziñ
Fikr eyle ki sahrâ-yı sefâhetde tükendi
Ey hevânın çirkin isteklerini öğrenen/öğreten nefis, aziz ömrünün sefahat çölünde tükendiğini düşün.
Ne kadar uzun olursa olsun ömür ecelle sınırlıdır. Bu kısa ömrü uzun ve yararlı hale getirmenin bir yolu olmalı değil mi? Allah, insanı dünya imtihan meydanına bu kısacık ömürle gönderirken karşılığında ebedi bir hayat ödülü koymuş. Nasıl kazanılır bu ödül sorusunun cevabını Hayretî verir:
Ger istesen ki kesb idesin 'ömr-i câvidân
Ölmezden öndin ölmeğe sa'y idegör hemân
Eğer ebedi ömrü kazanmak istersen derhal ölmeden önce ölmeye çalış.
Ölmeden ölmek, bir hadis-i şerif mealidir. Kişi bu dünyada nefis ve günah işlemek bakımından ölü gibi olursa, yani sakınır, kendini korursa ebedi bir hayat kazanır. Bu kısa ömür ebedi âlemde sonsuzluk bulur, cennete layık hale gelir. Öte dünya, bu kısacık dünya hayatında kazanılır. Ödül büyük, sermaye sınırlı ve sınav o denli çetin. Allah, bize emanet olarak verdiği hayatı ve vücudu, cennet karşılığında satın almak ister. Kula düşen bu kârlı alışverişi yapmaktır.
Ömrü ölümsüzleştirmenin bir yolu da “vahdet”e, birlik’e ulaşmak. Allah’ın birliğini, aklın ve kalbin bütün gücü ile idrak etmek, ikilikten, şirkten uzaklaşarak marifete varmaktır. Lâmekânî Hüseyin Efendi bu hakikati şu çarpıcı mısralarda anlatır:
Şular kim içmedi Vahdet meyinden
Olar bulmadı‘ömr-i câvidânı
Vahdet şarabından içmeyenler ebedi ömrü bulmadılar.
Şarap insanı nasıl sarhoş ederse Vahdet de insanı öyle kendinden alır hakiki sahibine iletir. Nesîmî’in dediği gibi vahdete eren geçici dünyanın hevâ ve heveslerine meyl etmez:
Uş bu dünyâ fânidir geç sen fenâdan bul bekâ
Kim hayât-ı câvidân ola sana ömr-i selîm
Madem bu dünya fanidir; sen bu fenadan vazgeç. Ölümsüzlük bul ki selim ömür sana ebedi bir ömür olsun.
Ömür, yaydan fırlayan ok, ağızdan çıkan söz gibi elden kayar gider:
Çün ömr bekasına tutulmaz ümmîd
Her hâl ile geldiğin kimi gittin tut
Ömrün bekasına umut bağlanmaz zira her durumda geldiğin gibi gittin say.
İnsan geriye dönüp baktığında zamanın çok çabuk geçtiğini görür. “Daha dün gibi” sözü bunun ifadesidir. Dün emekleyen bir çocuktuk, bugün saçları ağarmış bir ihtiyar. Dönüp bakınca bir an gibi. Üstelik Lebib’in dediği gibi ölüm şah geda, zengin yoksul, genç ihtiyar ayırmadan vadesi dolanı alıp gider:
Bak defterinde kimdir olan pâydâr-ı ‘ömr
Şehden gedâya dek selefiñ etdi irtihâl
Bak defterinde ölümsüz olan kimdir? Padişahtan dilenciye kadar senden öncekilerin hepsi gitti.
Şairlerin ömürle ilgili ilginç teşbihlerinden bir “das/orak”tır. Ömür bir ekin olunca biçilmesi için orağa gerek duyulur. Ömür ekininin orağı, bükülmüş beldir. İnsan yaşlanıp yılların yükü altında boyu toprağa doğru meyledip eğilmeye başlayınca gerçekten bir orak tablosu çizer. Orak nasıl ekini kesip toprakla ilişkisini keserse orağa dönen beden, orak gibi bükülen bel ya da geçen zaman öylece ömrün dünya ile ilişkisini keser. Nefis muhasebesi yapan insan kârının zararının farkına varır, kimi zaman kendisi kimi zaman başkaları için ah çeker. Hayretî, bizim adımıza bu ahı çekenlerdendir:
Yok bu mezra'da benüm bir habbe tahsîlüm dirîg
Geldi 'ömrüm hâsılın biçmeğe kaddüm oldı dâs
Yazık bu ekinlikte benim bir habbe (tane) ürünüm yok; boyum orak oldu da ömrümün ekinini biçmeye geldi.
Usûlî, yukarıdakine benzer ifadelerle boyunun “das/orak”a dönüşünü anlatır:
Ömrümüz mezra'ını dâs-ı hilâl ile biçip
Kendimizi ögüdür bu âsiyâb-ı rüzgâr
Bu zaman değirmeni, ömrümüzün ekinliğini hilal orağı ile biçip bizi öğütür.
Değirmen teşbihi de yabana atılır gibi değil. Ömrün saatleri, günleri, ayları yılları buğday taneleri gibi zaman değirmeninde öğütülür ve sona erer. Hilalin orağa benzerliği ise açıktır. Malum, hilal kameri takvimde ayın başlangıç ve bitimini gösterir yani orak gibi zamanı biçer durur.
Ömürle ilgili konuşacak, yazacak çok şey vardır. Sözü yine şairlere bırakalım ve bu kararsız, geçici, hava kabarcığından zayıf ömrü sağlamlaştıracak, ebedileştirecek çarelerin ne olduğuna ve şairlerin ömürlerini nasıl geçirmek istediklerine bakalım. Fuzûlî, kalan ömrünü şöyle geçirmek istemektedir:
Mürur-i ömri senâ-yi Resûl ile geçirem
Ölende edem añı armağan-i ehl-i kubûr
Ömrü Hz. Peygamber’in senası ile geçireyim; öldüğümde onu kabir ehline armağan edeyim.
Şeyhî, ömrün ebedileştirilmesi yolunda ihsan, iyilik yapma yolunu tavsiye eder:
Ömr-i beka diler isen ihsan yolun gözet
Çün kalır âdemîlik u âdem gelir gider
Bâkî ömür istersen ihsan yolunu tut, zira insanlık dünyada kalır, adam gelir gider.
Toplumu ayakta tutan en önemli erdem ihsan yani iyiliktir. Pek çok insan dünyaya gelir gider ama sadece iyilik sahipleri güzel bir ad bırakırlar. Azmî-zâde Hâletî ömrü ilim ve irfan yolunda harcanması gereğini vurgular:
Kesb-i ma‘ârif eyle cehd idüp
‘Ömrini yohsa hebâ eylersin
İlim elde etmeye gayret eyle; aksi takdirde ömrünü boşa harcarsın.
Maarif kelimesini kapsamı geniştir; ilmi de irfânı da içerir. Maarife, bilgiye, irfana harcanmayan ömür ademden, yokluktan sayılır. Oysa öte dünyada ömür dakikalarının nasıl geçirildiğinden hesaba çekilmek de var…
Asaf, felekten yakınıp başa gelenlerden bıkkınlık duymaya başladığını ifade ederek Allah’a dönme gereğinden bahs eder:
Mu‘âmelât-ı felekden fütûr geldi dile
Hesâb-ı ‘ömrü kesip ric‘at-ı İlâh edelim (Asaf)
Feleğin işlerinden (başa getirdiklerinden) gönle bıkkınlık geldi ömrün hesabını kesip Allah’a dönelim.
Son beyit olarak Kâtip-zâde Sâkıb’a kulak verelim:
Haşrde feryâd u efgân eylemez dellâl-veş
Gevher-i ‘ömr-i girân-kadrün bilenler kıymetin
Kıymetli ömür cevherinin değerini dünyada bilenler haşir gününde tellal gibi feryat ve figan etmez, bağırıp çağırmazlar.
Fani ömrü, bâkî olanın yolunda, değerini bilerek, geçirenler Allah’ın huzurunda yargılanır; cehennem ve azap korkusundan kurtulur, ehl-i gaflet gibi bağırıp çağırmak zorunda kalmazlar.
Süresi sınırlı, sorumluluğu ağır, neticesi dünya ve içindekilerden daha önemli olan ömrü bekâ yolunda, Bâkî olan Yaradan’ın emri, izni ve rızası dairesinde kullanmanın ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Şairler, toplumsal vicdanın sesi olarak bu ömür sermayesinin önemini vurgulamış, “iyiliği emretme, kötülükten sakındırma” prensibine uyarak üzerlerine düşen görevi yerine getirmişlerdir. Bize düşen, her gün gözlerimizin önünde ebediyete akıp gidenleri görüp, ağzını açmış bekleyen kabri unutmayarak dünyaya gönderiliş amacına uygun hareket etmektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.