Raşit Duran
Sinsi Tuzaklar
Risale-i Nurlarda üç düşman olarak beyan edilen cehalet ve fakirlik (ki, üçüncüsü ihtilaftır) ile kuşatılan bizim dünyamızdaki bu vahim durum; katiyen görmezden gelinecek, hafife alınacak bir durum değildir. Zira şu iki hâl, insanları fanatik bir taraftara dönüştürüp birbirine düşürürken, başkalarına maddeten ve manen muhtaç hale getirmekte, madde ve menfaatin, sömürü ve istismarın tuzağına düşürmekte; insan olmanın izzet ve onuruna leke sürmekte, zillete mahkûm etmektedir. Kriz, kaos ve kargaşadan beslenen sömürücü zalimin istediği de budur. Toplumsal hayatta ihtilâle ve ahlaken kötüye gidişe sebep olan iki kelimeye işaret eden Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde şöyle demiştir:
“Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
• Birinci Kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne."
• İkinci Kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim." (25.Söz)
Meseleyi daha iyi anlayabilmek için tarihî bir tuzak örneği verelim: Hasan Sabbah’ın Haşhaşî isimli terör örgütü; o günkü insanların cehalet ve fakr u zaruret halinden yararlanarak, onları Alamut kalesinde kurduğu yalancı cennette bir müddet yaşatıp akıllarını başlarından almış, akıllarına kapıları kapatmış, iradelerini elllerinden almış ve akıl almaz cinayetler işletmiştir. O günkü insanları bu tuzağa düşüren en önemli iki sebep; cehalet ve fakirlik hali idi. Cesaretini cehaletten alan, “Cahil cesur olur.” hükmünce, cehalet ve fakirlik hali arttıkça Hasan Sabbah gibilere gün doğmakta; toplumsal hayatta bireysel ve kitlesel şiddet ve vahşet artmakta ve korku ortamı hâkim olmaktadır. Dünkü Sabbahlara mukabil bugün, arkasına devletin gücünü almış ulusal ve uluslararası devasa şirketler, organizasyonlar, kanun tanımaz çeteler ve mafyalar ile sömürücü ve istismarcı modern avcılar ile hak dinin yerine ikame edilmeye çalışılan sahte dinler, sapık ideolojiler ya sadece maddeyi yahut sadece manayı nazara veren tek taraflı felsefi öğretiler, sömürü ve istismara dayanan iktisadî sistemler, akla husumet ve hayata adavet eden menfi siyasî akımlar, tahakkümcü yönetimler, vahşi kapitalizme hizmet eden medya ve benzerleridir.
Bediüzzaman’ın bir asır önce tam bir vukûfiyetle teşhis ettiği, “Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” (D. H. Örfi) zaaf-ı diyanet neticesinde oluşan lakaytlık ile bugün hem bireysel hem toplumsal hayatın her sahasında yaşanan, adına cehalet dediğimiz sosyolojik olguya işaret etmektedir. Zafiyet ve lakaytlık, sadece inançla sınırlı kalmayıp, duygu ve düşünce, eylem ve söyleme yansımakla fenalıkları netice vermektedir. Cahillikten kastımız, sırf okur yazar olmama (ümmîlik) hali değildir.
“Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezayı hali düşünmemekten çıkar.” (Divanı Harbi Örfi) Yani zamanın gereklerini ve gerçeklerini bilmemek ya da görmezden gelmek, teoriyi hayata tatbik edememek yahut yanlış tatbik etmek.
Özellikle insanı esir alan, madde ve menfaatin her şeyin önüne geçtiği günümüzde, bu zaman avcılarının tuzağına düşürüp avlanmasına sebep olan, cehalet ve fakirlikle beraber, zafiyet ve lakaytlığı besleyen zayıf damarlar vardır. Bediüzzaman bu meseleyi 29. Mektubun Altıncı Risalesinde, güncelliğini bugün bile koruyan, insan ve cin şeytanların (bugünkü dünyada yerine geçen ittifak ve organizasyonların) desisesi üzerinden gayet açık ne anlaşılır tarzda izah ediyor.
• Birinci tuzak; hubb-u cah denen makam-mevkisi sevgisi.
• İkinci tuzak; dessas zalimlerin işini kolaylaştıran insandaki korku damarı.
• Üçüncü tuzak; tama’ denilen açgözlülük.
• Dördüncü tuzak; ırkçılık damarını tahrik etmek.
• Beşinci tuzak; enaniyet damarını okşamakla fena işler yaptırmak.
• Altıncı tuzak; tembellik (çalışmaktan hoşlanmamak) ve tenperverlik (rahatına düşkünlük).
Şu tuzaklara düşürülen şahıslar ve toplumlar, bunun olumsuz sonuçlarını psikolojik, ekonomik, siyasî ve sosyal alanlarda fenalıklar, kavga ve şiddet şeklinde yaşamaya mahkûm edilmiş olurlar. Halihazırdaki dünya hali bunun en canlı örneğidir. Dünyanın bir tarafında refah ve mutluluk içinde bu tuzağa düşmeyen toplumlar, bir başka tarafında cehalet ve fakirliğin, şiddet ve kavganın pençesinde kıvranan, barış ve huzura muhtaç, mutluluk arayan toplumlar. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, dini inancı ve felsefî görüşü ne olursa olsun her insan, dünya hayatını maddeten ve manen huzur ve mutluluk içinde yaşamak ister. Sistemler bu meşru istek ve arzuyu meşru dairede tatmin etmekle mükelleftir.
İnancımızın reddettiği zilletin hiç yakışmadığı bizim dünyamız, yani İslâm dünyası; kendini maddeten ve manen tatmin edecek ve güçlü kılacak, başka insanlara umut ve örnek olacak bir sistemi özellikle bu asırda inşa etmek zorundadır. Bunun için ihtiyaç duyulan beşerî ve yer üstü-yer altı coğrafî kaynaklar yeterince mevcuttur. İş; bu kaynakları bölgenin cehalet, sefalet ve tefrikasını izale, zayıf taraflarını güçlendirme; refah ve huzuru, barış ve mutluluğu temin ve tesis edecek çok yönlü ittifaklar ve organizasyonlar şeklinde hayata geçirmektir. Bu konuda birinci görev ve öncelik, yetki ve sorumluluk ellerinde olan ümera sınıfının yani yöneticilerindir. İkinci sınıf, ümeraya olumlu anlamda yön verecek, kılavuzluk edecek ulema yani bilginlerdir. Yani kalp ve kafa ittifakıyla meşru dairede çözümler üretmek.
Madem meseleyi halledecek maddi-manevi imkanlara ve güce sahibiz, geriye tek şey kalıyor: “Bismillah her hayrın başıdır.” (Birinci Söz) deyip yola koyulmak.
**
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.