Abdulkadir Menek
Gazze’nin Son Bir Yılı
Filistin toprakları, özellikle Gazze, son bir yılını eşi benzeri nadir bulunan bir felaket ve trajedi ile geçirdi.
Aslında Filistin toprakları ve burada yaşayan mazlum Filistinlilerin büyük trajedisi yüz yıldan fazla bir zamandır, fasılasız bir şekilde iniş ve çıkışlarla, durmaksızın devam ediyor.
Onun için Gazze’nin son bir yılını, son yüzyılı ile birlikte değerlendirmek ve ele almak gerekir.
Osmanlı Devletinin bu bölgeyi terk etmesi ile başlayan büyük dram, Batılı devletlerin Yahudileri başlarından savmak için bu toprakları onlara peşkeş çekmesi ile farklı bir boyuta dönüştü.
Bilindiği üzere, Avrupa ülkeleri yüzyıllar boyunca kendi ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Yahudilerin fitne ve tezgâhlarından çok çekti, çok büyük darbeler aldı ve onlarla çok büyük mücadelelere girişti.
Zaman zaman Avrupa ülkeleri bunların hakkından gelmek için katliam ve sürgünlere başvurmak zorunda kaldı.
Avrupa’nın birçok ülkesi, kendi vatandaşlarının selamet ve huzuru için, Yahudileri ülkelerinden çıkararak, başka ülkelere gitmeye mecbur etti veya ölüme terk etti.
En son Almanya’da, Hitler’in lideri olduğu Naziler marifetiyle milyonlarca Yahudi, çoluk çocuk, kadın yaşlı denmeden büyük bir zulüm furyası altında ve dehşetli yöntemlerle ölüme gönderildi.
Ticarette, medyada, siyasette ve birçok alanda tahmin edilemeyecek kadar büyük ve karanlık bir güce sahip olan Yahudiler, tarih boyunca bu ülkeler için her zaman büyük bir korku ve tehdit kaynağı olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin mağlubiyeti ve Orta Doğu’da oluşan büyük otorite boşluğu, galip devletlere yıllarıdır peşinde oldukları bir maksatlarını gerçekleştirmek için büyük bir fırsat oldu.
Bu fırsatı ganimet bilen müttefikler, Filistin’i işgal ettiler. Bu işgalin ardından, daha önceki yıllarda Filistin’e çok zor şartlarda gelebilen Yahudiler, bu ülkelerin de teşvikiyle gemilerle, gruplar halinde ve büyük paralarla Filistin’e geldiler. Müttefikler Filistin’in kapılarını Yahudilere ardına kadar açtı.
Bu bölgede bir devlet kurmak için asırlardır bir hedef olarak benimsedikleri ideallerini gerçekleştirmek üzere sinsi bir şekilde çalışan Yahudiler, Müttefiklerin desteğiyle ve her geçen gün artan nüfus ve maddi imkânları ile çalışmalarına hız verdiler.
Filistin’i Yahudileştirme politikasının öncüsü hep İngilizler oldular. İngilizler tarafından yayınlanan ve Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasını talep eden Balfour Bildirisi 1920'de ki San Remo konferansında kabul edildikten ve özellikle 24 Temmuz 1922'de Milletler Cemiyeti'nin Filistin'i İngilizlerin mandası olarak onaylamasından sonra, tam da batılı devletlerin istediği bir ortam oluşmaya başladı.
İngilizler, İslam âleminin ortasında bir çıbanbaşı oluşturmak ve bölgeyi kalıcı bir şekilde ve bu sayede sürekli gergin bir halde tutarak amaçlarına ulaşmak için çok uygun bir coğrafyayı idare etmeye başladılar. Bölgeyi mandası olarak idare etmeye başlayan İngilizler, 1920’li, 1930’lu, 1940’lı yılların son derece bulanık ve karışık Orta Doğu coğrafyasında istedikleri gibi at koşturmaya başladılar.
Bu gelişmelerden sonra Yahudiler Filistin’e daha yoğun bir şekilde yerleşmek için çok büyük çalışmalara giriştiler. Dünyanın dört bir tarafında bulunan Siyonist örgütler, bunun için özel organizasyonlar düzenlemeye başladılar.
İngilizler, Filistin’de özellikle emlak için alınan vergileri çok büyük oranda yükselttiler. Hatta emlak vergileri, emlak değerinin kat kat üstüne çıktı. Vergilerini ödeyemeyen Filistinlilerin evlerine el konulmaya başlandı. Bu durum Yahudilerin çok daha kolay bir şekilde mülk edinmesinin yolunu açtı.
I. Dünya Savaşı arifesinde Filistin'e yerleşen Yahudilerin sayısı sadece 40 iken bu rakam 1919'da 55 bin, 1925'te 107 bin, 1935'te 300 bin ve 1948'de ise 650 bin rakamına ulaştı. İngilizler için de mesele artık olgunlaşmıştı.
Bunun için de İngiliz manda yönetimi Yahudi Devleti'nin kuruluşunun ilan edilmesi için meseleyi Birleşmiş Milletlere taşıdı ve böylece 24 Mayıs 1948'de Filistin'in bölünmesi ve İsrail'in kuruluşu Birleşmiş Milletler tarafından resmen onaylandı. 24 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi de Türkiye oldu.
Yahudiler 1948 yılında ABD ve İngiltere başta olmak üzere bütün Batının desteği ile devlet kurmayı başardıktan sonra da, sürekli olarak işgal ve katliamlarına devam ettiler. Nihayetinde 1967 yılındaki büyük Arap-İsrail savaşının ardından sınırlar yeniden belirlendi.
Fakat bu antlaşma, maalesef İsrail'i durdurmaya yetmedi. İşgal ve saldırılar durmaksızın devam etti. ABD'nin bazı İslam ülkelerini bloke etmesi ile çoğu zaman bunlardan bir ses bile çıkmadı.
Filistin’e sahip çıkan ve onların haklarını savunan İslam ülkelerinin liderleri de farklı şekilde devre dışı bırakıldı. Fakat Filistinli kahramanlar bütün imkânsızlık ve olumsuz şartlara rağmen bugüne kadar hiç pes etmedi.
7 Ekim’de başlayan dönem ile Filistin meselesi farklı bir görüntü almaya başladı. Siyonist Yahudiler, Gazze bölgesini Filistinlilerden tamamen arındırmak için, ABD başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin birçoğunun yoğun silah ve cephane desteği ile zerre miktar bir insani duygu ve merhamet hissi taşımadan saldırmaya başladılar.
Bu acımasız ve hunhar saldırılar, tam bir soykırıma dönüştü. Bu geçen bir yıllık süre zarfında Gazze’de 42 bin masum ve mazlum insan öldürüldü. Çoğunluğu bebek, çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan bu insanlar, Batılı ülkelerin liderlerinin birçoğunun kılını bile kımıldatmadı.
Hatta Batılı Liderler, bu alçak katliam ve soykırımı meşru göstermek için çok büyük bir gayret göstermeye devam ettiler. Uluslararası zeminlerde, yüzleri bile kızarmadan bu zulüm ve vahşeti, çok saçma sapan gerekçelerin arkasına sığınarak savunmaya devam ettiler.
Netanyahu ve katillerine, daha çok insan öldürmeleri ve daha çok kan dökmeleri için silah göndermeye devam ettiler. Özellikle ABD, gönderdiği yardımları sürekli arttırdı. Bütün bunlar gösterdi ki, bu soykırım ve operasyon, Orta Doğu’yu yeniden dizayn etme projesinin bir parçasından ibarettir. Irak’ı ve Suriye’yi yıllar önce adeta felç eden müdahale ve operasyonlar ile bugün sergilenen vahşet birlikte düşünüldüğü zaman, bu olayların kısa süre içerisinde bitmesi mümkün görünmüyor.
Bu operasyonun hedef ülkelerinden birisi de, açık olarak ifade edilmese bile elbette Türkiye’dir. Fakat Türkiye bu olayın farkında ve yıllar öncesinden bugünleri düşünerek, büyük bir hazırlık yapmaya devam ediyor. Planlar ne olursa olsun, elbette gerektiği zaman bunları bozacak ve sahiplerine iade edecektir.
Bu arada Gazzeliler, özellikle bu geçen bir yıllık süre içerisinde çok büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler. Bu kahramanlığın tarihte de emsalleri hiç şüphesiz fazla değildir. Gazzeliler şehadete büyük bir cesaret ve iman ile koşarak bu büyük imtihanı kazandılar.
Dört-beş evladını şehid olarak kahramanca cennete gönderen anneler, ‘‘biz bunları şehid olsunlar diye dünyaya getirdik’’ deme cesaret ve imanına sahip olduklarını bütün dünyaya ilan edebildiler.
Evlatlarını kahramanca kendi elleriyle toprağa gömen babalar, vatanlarını terk etmeden şehadete kadar nöbettarlığa devam edeceklerini fiilen ve cesaretle herkese göstermeye devam ediyorlar.
Elbette bunların hepsi; zamanı gelince zalimlerini ölümü, mazlumların hürriyet ve istiklali olarak şahlanacak ve zafer çiçekleri olarak Gazze zeminini süsleyecektir.
Bütün İslam âlemi ve Müslümanların, Gazze’den ve Gazzelilerden alacakları ve alması gereken mühim bazı dersler vardır. Bir mümin gerektiği zaman Allah rızasından başka hiçbir beklenti ve karşılık beklemeden, bu dünya hayatından vazgeçebilmeli ve İlahi inayet ve rahmete iltica edebilmelidir.
Ne mutlu Gazzeli kahramanlara, çocuklara, bebeklere, annelere, dillerinden Kur’an ayetleri eksik olmayan hafız cengaverlere, Ebu Ubeyde’lere, İsmail Heniyye’lere.
Gazanız ve şehadetiniz mübarek olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.