Hümeyra Yıldız Dülek

Hümeyra Yıldız Dülek

Cennet İnsanın Yüreğinde!

Cennet de cehennem de insanın yüreğindedir diye düşünüyorum.

İnsan nasıl yaşar, çevresine hal ve etvarıyla nasıl davranırsa, hayat ona aynıyla geri döner. Yüzün gülüyorsa güneş olursun etrafına. Veren elin varsa, yardım etmeyi seviyorsan; yüreğinin güzelliğinden bahsedilir. Kısacası her güzel kalp kendi ekmeğini yer.

Geçenlerde güzel bir hikâye okumuştum onu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Artık sokağa çıkacak takati kalmamış olan mahallenin huysuz ihtiyarı, yakın zamanda eşini kaybetmiş, bu arada hem psikolojik olarak hem de yaşı itibariyle güçsüzleşmişti. Kemik ağrılarından dolayı ayakta fazla duramıyor, her zaman gittiği çorbacıya da gidemediği için telefonla sipariş verir olmuştu.

O sabah yine ağrıyan dizlerini tuta tuta telefonun başına geçmiş, numaraları çevirmiş karşı taraf telefonu açar açmaz da;

- “On kere çaldı telefon. Ağaç oldum burada. Hadi uzatma da bir kase çorba gönder benim eve, soğuk gönderirsen geri gönderirim. Para filan da vermem.” demiş ve lokantacı Hüseyin’in yüzüne telefonu kapatıvermişti.

Hüseyin bey sinirle,

- “Şu yaşlı amca deli edecek beni. Hem cimri, hem huysuz. Bir tek zavallı eşi katlanabilirdi buna. Allah rahmet eylesin, çocukları bile terk etti bunu. Hadi evlat, al şu çorbayı da Yeşil sokak, Hanzade apartmanı 7 numaraya götür. Yoksa bu huysuz ihtiyar mahalleyi başımıza yıkar.” demişti yeni çırağına.

Çocuk patronunun sözünü ikiletmeden on dakika içinde huysuz ihtiyar Ali beyin evine gitmiş ve çorbasını götürmüştü.

Kapıyı açan Ali bey

- “Aptal çocuk. Açlıktan öldüm burada. Bir saat oldu neredeyse. Şeytan diyor dök şu çorbayı kafandan aşağıya,” demişti.

Tam çocuğun koluna asılı poşeti alırken kolunun yarıdan aşağıya çolak olduğunu görmüştü, fakat umursamaz bir tavırla, yüzünü ekşiterek parayı uzatmış, tam kapıyı kapatırken ayağı burkulmuş, huysuz ihtiyar acıyla yere yuvarlanmıştı. Çocuk hemen yardımına koşmuş ve içeriye kadar yürümesine yardımcı olmuştu yaşlı adamın. Ali bey dikkatlice bakınca çocuğun sağ ayağının da protez olduğunu görmüştü.

- “Ne oldu koluna ve ayağına?” diye sormuş, çocuk içtenlikle gülümseyerek,

- “Köyde küçükken biçerdövere kaptırdım. Kolumda, bacağım da çolak kaldı. Ama şükür ki diğerleri var işimi görebiliyorum,” demişti. Yaşlı adam tekrar,

- “Adın ne?” diye sordu yüzünü her zamanki gibi olabildiğince ekşiterek.

- “Safderun.”

- “Ne aptal bir isim. İlk defa duydum. Hadi hadi çık evimden. Patronun olacak adama da söyle her gün aynı saatte çorbayı kapımda isterim. İnsanın elinde azıcık lezzet olur. Yakınlarda başka biri şu çorbayı yapmış olsa, yemin billah almam şu bulaşık suyu gibi çorbayı. Bak hala duruyor aptal çocuk. Hadi kış kış!” dediğinde çocuk adamın söylediklerine aldırmamış yavaşça evden çıkmıştı.

Ertesi sabah Safderun beş dakika önce kapıdaydı. Ve kapıyı çalınca bağıra çağıra kapıya yaklaşan Ali beyin sesini duymuştu.

- “Patlama be! Geldik işte. Saf bilmem ne miydi adın? Sağır değilim bir kere çal kapıyı yeter. Anladın mı? Aptal aptal bakma?” demiş ve çolak koluna asılı olan çorba kasesinin olduğu poşeti almıştı yine.

- “Diğeri de senin Ali emmi. Zor oldu ama. Bir aktardan hatmi çiçeği buldum. Sana çayını yaptım. Babam köyde bir yerimiz ağrıdığı zaman hep bunu içirirdi bize. Bak bunu iç ayaklarında ağrı kalmayacak.” demişti ışıl ışıl gözleriyle gülümsemişti huysuz ihtiyara.

- “Doktor musun sen? Hem sana ne benim ayağımın ağrısından. Hem kolun hem bacağın yok. Kendi derdine yanacağına milletin işine burnunu sokuyorsun.”

Yaşlı adam böyle karşılık verince gözlerini yere çevirmişti çocuk.

- “Ustam doğru demiş. Çocukları bile gitmez ziyaretine. Huysuz aksi ihtiyarın tekidir. Bu adam yalnız ölecek diye. Şimdi anladım sebebini.”

- “Hadi be oradan. Sen ne biliyorsun da konuşuyorsun. Ben cehennem hayatı yaşıyorum. Herkes kendi derdini bilir. Ustan halt etmiş. Fazla uzatma da yarın sabah aynı saatte getir çorbamı.”

Çocuk gittikten sonra çorbasını içmiş, ayaklarının ağrısı dayanılmaz olduğu için çocuğun getirdiği bitki çayını da el mecbur içmiş ve uzanmıştı. Bir saat sonra ayaklarında ağrı hafifleyince şaşırmış, uzun zamandır ilk defa rahat bir öğlen uykusu çekmişti. Ertesi sabah kapısı çalınınca, bu defa söylenmeden aldı çorbayı. Çocuk yine aynı çaydan yapıp getirmişti Ali beye.

Ali bey

- “Kaç para bu çayın karşılığı?”

- “Ben onu para için getirmedim emmi. Sen iyi ol diye!”

- “Hadi hadi uzatmada söyle.”

- “İyiliğin karşılığı beklenmez.”

- “Yani para istemiyor musun? Harbiden aptal bir çocuksun.” demişti ilk defa gülümseyerek. O gün sıcak bir sohbet etmişlerdi Safderun’la. Her gün Safderun aynı saatte çorbasını getiriyor, sanki onun ellerinden çorba daha da lezzetli bir hal alıyordu. Bir gün yine ona çay ikram ettiğinde,

- “Bilir misin oğul? şu kapıdan içeri belki on beş yıldır tek çocuk girmedi. Kendi evlatlarım bile bana düşman. Neymiş efendim cimriymişim. Katı yürekli, şirret bir adammışım.

Cehennemi yaşıyorum Safderun. Hani ustan demiş ya yalnız ölecek bu adam diye. Korkuyorum. Ben yalnız ölmek istemiyorum. Cehennem neresi bilir misin? Şu sessiz sedasız evimin ortasıdır cehennem,” demişti, gözyaşlarını çocuğa göstermek istemeyerek.

O an çocuk heyecanla yerinden kalkmış,

- “Sende biten şeyleri geri almamız gerek Ali emmi.”

- “Ne bitmiş ki? Ne diyorsun sen çocuk? Ben anlamadım bir şey?” diye sorduğunda, masanın üzerinde duran boş kağıt ve kalemlerden birini getirmişti.

- “Ben senin çocuğun olsam, bunca boşa geçen zamandan sonra neler demek isterdin bana. Onca kavgadan sonra, onca küskünlükten sonra. Hadi beni oğulların ve kızlarının yerine koy, torunlarının yerine koy. Neler söylemek istediğini hayal et, her gün yaz olur mu? Ve yazdıklarını bana ver. Ha bir de para lazım. Eğer bana güveniyorsan birazcık da para ver.”

Ali bey yine çelişkiye düşmüş, ‘acaba bana para için mi iyi davranıyor?’ hissine kapılmıştı. Fakat yine de bir miktar para vermişti Safderun'a. Her gece oğullarına kızlarına hissettiği şeyleri yazıyor. Onca senenin pişmanlıklarını onlara söyleyemediği biçimde, gururunu yenerek kağıda döküyor ertesi sabah çorbasını getiren Safderun'a veriyordu. İçindekileri kağıda dökmek, onca senenin suskunluğunu bozmak öyle huzurlu hissettirmişti ki Ali bey'e. Yaşlı adamın huysuzluğu günden güne geçiyordu. Safderunla her sabah yaptığı güzel sohbetler, aralarında oluşan güzel dostluk sanki yeniden hayata bağlamıştı onu. Bir sabah penceresinden bir ses işitti. Başını pencereden dışarıya uzattığında yirmi kadar çocuğun sevinçle kendisine el salladığını görmüş ve çok şaşırmıştı.

- “Ali dede, Ali dede.” diye bağrışıyorlardı üstelik.

Ertesi sabah Safderun babasının şehirdeki işinden ayrıldığını ve tekrar köylerine döneceklerini söylediğinde içine ılık ılık bir şeyler akmıştı Ali beyin. Küçük dostuna sımsıkı sarılmıştı. Adresini alıp her ay mutlaka mektup göndereceğini söylemişti. Çok zor vedalaştılar.

- “Ali emmi ben seni unutmayacağım. Sende beni unutma emi?” derken ikisinin de gözlerinden yaşlar akıyordu.

Safderun gittikten iki gün sonra kapısı çalınmış oğullarını ve kızlarını torunlarıyla birlikte kapıda gördüğünde öyle tarif edilmez mutluluk duymuştu ki...

- “Baba mektuplarında yazdıkların bizi öyle etkiledi ki. İnadından vazgeçip, huysuzluklarını bir kenara bırakmış olman bizi çok mutlu etti. İlk adımı attın ya bizi artık hiçbir şey koparamaz. Seni böyle sevecen görmek ne güzel!” demişler ve yüzünü gözünü öpmüşlerdi, huysuzluklarını bırakmış pamuk gibi olmuş ihtiyar babalarının...

O sırada kapı çalınmış ve yirmi kadar çocuk içeriye ellerinde çiçeklerle girmişlerdi. Her hallerinden sokak çocukları olduğu belliydi.

İçlerinden biri çiçeği Ali beye uzatırken,

- “Hayatımızda ilk defa senin sayende güzel elbiselerimiz ve oyuncaklarımız oldu. Çorbacı çırağı o elbiseleri ve oyuncakları senin aldığını ve bizi manevi torunların olarak gördüğünü söyleyince ne kadar mutlu olduk bilemezsin Ali dede. Seni çok seviyoruz.” dediklerinde Ali bey gözyaşlarıyla düşüncelere dalmıştı çocuklara sevgiyle sarılmıştı.

Safderun'un yazdığı mektupları oğullarının ve kızlarının adreslerine gönderip, kendisinden aldığı parayla da bu kimsesiz çocukları kendi adına sevindirdiğini anlayınca sonsuz bir huzur hissetmiş ve daha bi sevmişti Safderun’u.

Ertesi gün postacı bir mektup bırakmıştı posta kutusuna. Kucağında torunuyla mektubu açtığında bir demet hatmi çiçeği görmüştü. Gözyaşlarıyla kokladı küçük dostunun gönderdiği bir demet çiçeği. Hemen bir mektup da o yazdı.

Sevgili yavrum!

Kendi torunlarımın haricinde yirmi kadar manevi torunum var artık. Biliyor musun sokağa bile çıkmaya başladım. Dizlerimin ağrısı geçti. Ne zaman sokağa çıksam çocuklar etrafımda pervane oluyor ellerimden tutup şarkı söylüyorlar. Bir oyuncak bir elbiseyle bu kadar mutlu olabiliyormuş demek çocuklar. Oğullarım kızlarım eskisinden de iyi bana karşı. Anladım çocuk anladım. Bitti dediğin şey benim içimdeki sevgiymiş. Cehennem evimin orta yeri değilmiş meğer. Cehennem insanın yüreğinde sevginin bittiği yermiş. Sayende cenneti yaşıyorum. Bitki çayın sayesinde de ayaklarım, bütün kemiklerimin ağrısından kurtuldum. İyi ve güzel yaşa güzel evlat.

Ali emmin

Mutlu olup mutlu etmesini bilen yüreklere selam olsun. Huzurlu vakitler dostlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.