Tarihimizin Karanlık Aynasında Stockholm Sendromu

Makaleyi Dinlemek İçin Tıklayınız


Türkiye bugünlerde yeniden “Stockholm sendromu”nu konuşuyor. Yani insanın kendisini esir eden, inciten, ezen güce hayranlık duyması… Celladına âşık olması.

Ne acıdır ki bu sendrom, sadece psikoloji kitaplarında değil; bu toprakların dağlarında, ovalarında, şehirlerinde ve hâlâ diri duran hafızasında yaşıyor. Çünkü tarihimizin bazı sayfaları, öyle bir travmanın karanlığıyla yazıldı ki; o karanlık, bugün bile bir kısım insanların gözlerini kamaştırıp hakikati görmelerine engel oluyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Aleviler…

Dersim’in dağlarında yankılanan çığlıklar, göğe yükselen dumanlar, yakılan köyler, bombalanan evler… Bir masum halk, bir gecede “tehlikeli” ilan edilip havadan ve karadan yok edilmeye çalışıldı. Bebeklerin, kadınların, yaşlıların cesetleri dere yataklarına dizildi. Sabiha Gökçen’in üzerinden geçtiği topraklarda bir milletin hafızası infaz edildi.

Ve yıllar sonra…

Dersim’in küllerinden geriye kalan torunlar, bir zamanlar kendilerini yok sayan, yok etmeye çalışan Kemalizm ideolojisine sahip çıkıp, ona özür dilemeye bile gerek görmeyen bir sadakatle sarılıyor. Zalimin elindeki balyozu kutsayan, kendi acısının üstüne örtülen örtüyü kendisi sıkı sıkı kapatan bir Stockholm hâli…

Kürt halkı… On yıllarca “yok” sayıldı.

Dilleri yasaklandı, türkülerine kelepçe takıldı, çocuklarına “Türküm doğruyum” diye zorla ant içtirildi.
Dağlarına “Ne mutlu Türküm diyene” yazıldı; sanki o dağların taşları bile inkâra zorlanıyordu.

Ve bugün…

Bir kısım Kürt, kendi inkârının sahiplerine olağanüstü bir sevgiyle sarılıyor. Onlara karşı eleştirel bir kelime duymaya bile tahammül edemiyor. Sanki “beni yok sayanın gölgesine sığınmak, yokluğumun delilidir” dercesine bir gönüllü esaret…

Peki ya dindarlar?

Kur’an öğretenin mahkûm olduğu, Arapça harf taşıyan kitabın “suç delili” sayıldığı, ezanın Türkçe okutulduğu, camilerin meyhane ve ahıra çevrildiği dönemler…

Şapka giymediği için idam edilenler, medreseleri bombalanan iller, alimlerin darağaçlarında sallandırıldığı meydanlar…

Ve halk, kutsal kitaplarını toprağa gömerek saklamak zorunda kaldı; çünkü imanını yaşamak bile bir “suç”tu.

Ama sonra…

Aynı zulmün sahiplerine karşı kalplerde tuhaf bir sempati yeşerdi.
Dini yasaklayanlara, camiyi mühürleyenlere, Kur’an’ı suç sayanlara “hoşgörü” atmosferi…
Sanki zulmün ağırlığı hafife alınmış, çukura gömülen kitaplarla birlikte hafıza da gömülmüş gibi…

İlginçtir:

Zulmü yaşayan, acıyı tadan, hafızasında yangınlar taşıyan kesimler; bugün o zalimlere karşı bir çeşit gönüllü savunuculuk yapıyor.

Bu, sadece tarihsel cehaletin değil; ağır bir psikolojik kırılmanın da göstergesidir.

Stockholm sendromu, esirin cellada duyduğu minnettarlık değil; esirin, hayatta kalabilmek için celladın gözlerine bakıp onunla benzeşmeye çalışmasıdır.

Bizim coğrafyamızda ise bu sendrom, sadece bireysel değil; toplumsal bir hayli görünür durumda.

Bugün bazıları, “Ama şimdi böyle değil, artık o kadar sert değiller” diyerek celladını makyajlıyor.
Oysa makyaj, hakikati değiştirmez; zulmün üzerini sadece ince bir pudrayla kapatır.

Celladın tebessümü merhamet değildir.

Zindanın duvarlarına boya sürülmesi, orayı saray yapmaz.

Ve tarih, makyajla hafifletilecek bir yara değildir.

Bir toplum, kendi acısını yok saydığında; o acının sahibi olmaktan çıkıp zalimin avukatı olur.
Kendi tarihine yabancılaşır, kendi travmasına körleşir.

Stockholm sendromu işte tam da budur:
Zulme uğradığını bile unutturacak kadar derin bir kırılma…

Gerçek yüzleşme ise bir cesaret işidir.
Küçümsemek değil, büyütmek değil, kutsamak değil…
Sadece hakikati olduğu gibi kabul etmek.

Ve belki de en önemlisi:
Celladına âşık olmak değil, hürriyetine âşık olmak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.