Lâf, Sözden Açılmışken

İlk çağlardan günümüze gelen medeniyetlerde yazılı kültür kadar sözlü kültür de önemlidir. Kuşaktan kuşağa tevarüs eden/miras kalan kültürel değerler ya yazılı ya da sözlüdür. Hak ve hakikat, adalet ve hürriyet gibi müspet/olumlu esaslar üzerine inşa edilmiş olan İslâm medeniyeti; “Söz uçar, yazı kalır.” fehvasınca, sözlerin kayıt altına alındığı kitaplı bir medeniyettir. Öyle ki, hayatımızı düzenleyen, adına ilm-i hâl /davranış, günlük yaşantı ilmi dediğimiz (inanç, ibadet, ahlak, insani ilişkilere dair) kitabımız bile vardır. Hem Allah’ın (cc) kelâmı Kur’an hem Hz. Peygamber’in (as) sözleri Kütüb-ü Sitte adıyla kayıt altına alınmıştır. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” sözü meşhurdur. Yani, insan belleğinin eksikliği veya hastalığı unutmasıdır.

Kitapla kuşatılmış şahsi ve toplumsal hayatımızdaki söz, tavır ve davranışlarımızın “kitaba uyduğunu” söylemek, yani Bediüzzaman’ın, haklı olarak dikkatimizi çektiği “ef’alimizle / fiillerimizle göstermek” meselesine sadık kaldığımızı ya da kulak verdiğimizi söylemek maalesef pek mümkün gözükmemektedir. Bireysel kavgaların ve toplumsal çatışmaların pek çoğu küçük bir “sözlü sataşmayla” başlayıp büyük kavgalarla sonuçlanmaktadır. Bir başka sebep de sözü emir verir gibi ya da tahakküm eder bir tavırla söylemek; akla kapı açmamak, iradeyi elden almaktır.

Sözün Sultanı Hz. Peygamber’dir (as). Nerede, nasıl söz söyleyeceğimizi, yani “sözün demini” O’ndan (as) ve şakirtlerinden öğreneğiz. Yoksa “kaş yapalım derken göz çıkarma” ihtimali yüksektir. Hele söylenecek söz, toplumun ortak mukaddes malı olan dine-imana dair olup halkı ilgilendiriyor ise hem “demini/vaktini” hem de “kemini/kötüsünü” bilmemiz icap eder.

Lisanı/dili kadere benzeten Bediüzzaman, “İnsanda kaderin sikkesi lisandır.” diyor. Yani hem bireyin hem toplumun geçmişi ve geleceğini içinde barındıran, -çekirdek misali- saklayan kader gibidir. Gelecek kuşaklara sözlü kültürle ileten de lisandır/dildir. Lâf, sözden açılmışken Divan-ı Harb-i Örfi’de, bugün bile güncelliğini koruyan ve hatta özelde vaizler için olsa da genelde söz söylemek zorunda kalan herkes için geçerli kaideler içeren; “müderris-i umumi” dediği vaizlerle ilgili olarak "Ben vaizleri dinledim nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum.” diyerek, günümüzdeki söz ve söyleme dair hayli dikkat çekici bir meseleyi ders veriyor. Mealen yazmak gerekirse:

1. “Şimdiki zamanı geçmiş zamana kıyas ederek iddialarını parlak göstermeye çalışmak. Halbuki geçmişte hâkim olan şey, kalbin temizliği ve alimlerin taklit edilmesiydi. Bunlar delil istemezdi. Şimdi ise herkeste gerçeği araştırma isteği vardır. Bu isteğe karşı sadece iddia etkili değildir. İddiayı ispat ve (aklen ve kalben) ikna lâzımdır.

2. Özendirmek ve korkutmak konusunda muvazeneyi/dengeyi koruyamamak.

3. Bugüne uygun, zamanın gereklerini gözeten, hastalığa münasip söz söylememek. Şimdiki insanları eski zaman köşelerine çekip öyle konuşmak.”

Söze ilişkin şu üç maddelik ölçü, günümüz hatipleri için bir “Söz Söyleme Kılavuzu” niteliğindedir. “İlcaat-ı zaman” denilen zamanın getirdiği gereklilik ile hâle uygun konuşma meselesi, günümüz insanıyla diyalog ve sözel iletişimde veya hak ve hakikate dair bir meseleyi anlatmada yahut söz söylemede nazara almamız gereken önemli bir husustur. Malum, Osmanlı medeni hukuku Mecelle’de “Usûl esasa mukaddemdir.” diye bilinen esaslı bir kaide vardır: Usûlu; ilcaat-ı zaman, muktezay-ı hale mutabık ve münasip/zamana ve duruma uygun söz olarak da anlayabiliriz. Yani, önce yol, yordamı gözetmek sonra sözü söylemek. Hz. Peygamber (as) âşığı derviş Yunus, söze dair hikmetli ve hakikatli sözleriyle bu meseleye ışık tutar:

“Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini,
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.”

Yunus Emre, “Kişi bile söz demini” derken, adeta Bediüzzaman’ın “Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir.” gerçeğinin asırlar ötesinden şerh ve izahını haber vermiş gibidir.

Hz. Ali de (ra) “Kişi dilinin altında gizlidir.” buyurmuştur. Konuştukça kimlik ve kişiliği, ilim ve irfanı ortaya çıkmaya başlar. Mesela, inanmadığı halde kendini, “inanmış gibi” anlatan bir (münafık) insanla ilgili üç şey de yine “sözle” ilgilidir:

1. Söylediği söz yalandır,
2. Söylediği sözde durmaz,.
3. Düşmanlıkta çirkin sözlerle haddini aşar.

Ayet: “İnsanlara güzel söz söyleyin.” (Bakara, 83)

Hadis: “Güzel söz sadakadır.”

Hikmetli söz: “Sözün tesiri belagat ve fesahatında değil; samimi olmasında saklıdır.”

Eskilerin, her vakit tazeliği ve güncelliğini koruyan ve eskimeyen ifadeleriyle; “Sofrada eline, mecliste diline” diyerek “adab-ı muaşerete/görgü kurallarına” işaret eden ve “elimizi ve dilimizi” ilgilendiren meselede “sözün ayağa düşmesiyle”, tavır ve davranış, söylem ve eylem de “devir değişti” hükmüne yenik düşmüş gibi görünüyor. Fakat devirler değişse de zamanın eskitemediği ve hiç değişmeyecek hakikatler vardır.

Şiddetten arınmış bir toplum ve toplumsal hayatta söylemde de eylemde de mehasin / iyilik ve güzellik olan şeylere şiddetle ihtiyacımız vardır. Bu da ancak “İnsaniyet-i kübrâ” olan İslâm ve “İnsanı insan, belki insanı sultan eder” denilen iman hakikatleri dairesinde olabilir.

**

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.