Abdulkadir Menek

Abdulkadir Menek

Meşrutiyetten Cumhuriyete Bediüzzaman (I)

Doğu Anadolu’da yaptığı gezi ve incelemelerin sonucu, bu bölgenin esas probleminin “cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu tespit edip, çıkış yolunun ancak “sanat, marifet ve ittifak’’ silahlarıyla bulunabileceğini ve bunun da ancak maarif ile gerçekleşebileceğini tespit eden Said Nursi, bu düşüncelerini gerçekleştirmek amacı ile 1907 yılının aralık ayında İstanbul’a geldi. Sultan Abdülhamid ile görüşmenin yollarını arayıp çare olarak gördüğü “Medreset-üz Zehra” projesini anlatmak için gayret gösterdiği sırada, kendisini İstanbul’un ilim ve siyaset meclislerinin en hararetli konusu olan “meşrutiyet” tartışmalarının içinde buldu.

Şark’ta yaptığı geziler sırasında problemleri yerinde yaşayarak gören, bilhassa eğitim konusundaki eksiklik ve yanlış uygulamalardan, işin içinde olan bir insan olarak büyük ıstırap duyan Said Nursi, bunlara bir çözüm bulmak maksadıyla İstanbul’a gittiği zaman, hayal ettiğinin tam tersi bir durum ile karşılaşır ve bir bakıma hayal kırıklığına uğrar. Bu halet-i ruhiyesini daha sonraları şu şekilde ifade eder:

“Evvel (İstanbul’a gelmeden evvel) Şark’ta fenalığın sebebi, Şark’ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim.”
(Bediüzzaman Said Nursi, “İlk Dönem Eserleri” s.430, www.rne.com.tr)

O sıralar ilim ve din çevrelerinde meşrutiyet konusunda bir kafa karışıklığı ve tereddüt söz konusu idi. Said Nursi meşrutiyet konusunda âlimlerin çoğunluğundan farklı olarak çok net ve açık bir tavır takınır ve istibdata şiddetle karşı çıkarak bu konudaki düşüncesini ortaya koyar:

“Meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd-ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.”
(Bediüzzaman Said Nursi, “İlk Dönem Eserleri” s.398, www.rne.com.tr)

23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet ilan edildikten üç gün sonra, 26 Temmuz 1908 tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda yapılan büyük mitinge katılarak, “Hürriyete Hitap” başlıklı bir konuşma yaptı. Daha sonraki günlerde bu konuşmayı Selanik Hürriyet Meydanı’nda yapılan bir mitingde de tekrarladı. Bu konuşma daha sonraları birçok gazetede yayınlandı. Said Nursi, bir program niteliğindeki bu konuşmasında; “Meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyete aykırı olmadığını, doğru bir şekilde anlaşılıp tatbik edildiğinde bu millet-i mazlumenin eski zamana nispeten bin derece terakki etmesine vesile olacağını, onun için sefahatlerle ve dinde laubaliliklerle öldürmeyip muhafazaya çalışılması gerektiğini ifade ederek, duygularını şu şekilde dile getirmiştir.:

“Ey hürriyet-i şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum.)”
(Bediüzzaman Said Nursi, “İlk Dönem Eserleri” s.421, www.rne.com.tr)

Kafa karışıklığını önlemek için Sadaret vasıtasıyla Şark’taki elli-altmış aşirete meşrutiyetin mahiyetini anlatan telgraflar göndererek, bunların hepsinden müsbet olarak cevaplar aldı.

Said Nursi, bu arada patlak veren 31 Mart Olaylarını yatıştırmak için büyük gayret göstermiştir. Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde bu konuda yaptığı çalışmaları anlatmaktadır. Olayların önünü kesmek ve büyümesini engellemek için canını bile tehlikeye atan Bediüzzaman, olaylarla hiçbir ilgisi olmadığı halde “isyana karıştığı ve teşvik ettiği” iddiasıyla Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sevk edildi.

Mahkeme kararı ile idam edilen çok sayıda kişinin darağaçlarında sallandığının pencerelerden görüldüğü bir salonda, Hurşid Paşa’nın başkanı olduğu mahkemede muhteşem bir savunma yaptı. Bu savunmasında kısaca “şark vilayetlerine Sadaret vasıtasıyla elli-altmış telgraf göndererek onlara meşrutiyeti anlattığını; Ayasofya, Fatih, Bayezıd ve Süleymaniye’deki talebe toplantılarına katılarak onları bilgilendirdiğini ve teskin ettiğini; bütün kahvehaneleri gezerek çoğunluğu hemşerisi olan yirmi bine yakın hamalı meşrutiyet konusunda ikaz ederek olaylara katılmalarını engellediğini; Ayasofya Camii’nde mebuslara hitap ederek, Meşrutiyetin meşruiyet unvanıyla telkin ve telakki edilmesi gerektiğini; gazetelerde yazılar yazarak ikazlarda bulunduğunu; Ferah Tiyatrosu’nda bir toplantı esnasında çıkabilecek bir fitneyi yaptığı konuşma ile son anda önlediğini; İttihad-ı Muhammedi (asm) namıyla kurulan cemiyetin siyasete ve yanlış düşüncelere alet edilmesini engellemek için çalışmalar yaptığını; nutuklarla isyan etmeye hazırlanan sekiz taburu itaate getirdiğini” ve bütün bunlara rağmen suçlu olarak bu mahkemeye çıkarıldığını ifade eder.

Mahkeme bu savunma üzerine, Said Nursi için beraat kararı verir. Mahkemenin beraat kararı vermesinden sonra, mahkeme heyetine teşekkür bile etmeyerek, dışarıda kendisini bekleyen büyük bir kalabalık ile birlikte “Zalimler için yaşasın cehennem” nidaları ile Sultanahmet Meydanı’na kadar yürümüştür.

1910 yılında İstanbul’dan Van’a dönen ve oradan da Şark’taki köy ve aşiretleri gezerek onları aydınlatmaya çalışan Said Nursi, bu seyahatinde özellikle meşrutiyetin yanlış anlaşılmaması için büyük gayret gösterir. Sorulan sorulara cevaplar verir. Bu sorulardan bir tanesi şu şekildedir: “Şimdiki meşrutiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?” Said Nursi bu soruya verdiği cevapta, hakikatlerin değişik şartlar ve farklı zamanlarda değişik isimler kazanmalarının mümkün olduğunu belirtip, meşrutiyette kuvvetin kanunda olduğunu ve Dört Halife Dönemi ile esaslı bir paralellik arz ettiğini vurgulayarak “Ruh-u meşrutiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır.” şeklinde düşüncelerini ifade ediyor. (Bu konuda geniş bilgi için bkz. Abdulkadir Menek, Bediüzzaman Said Nursi-İstanbul Hayatı, (İstanbul: Sebat Yayıncılık, Ocak 2017, 3. Baskı)

Milletin varını yoğunu ortaya koyarak gösterdiği büyük bir gayretin sonucu olarak 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. BMM’nin açılışında da Kurtuluş Savaşı’nın ve o savaşı zaferle sonuçlandıran milletin inançlarına uygun olarak, “dini bir havanın hâkim olduğu” bilinmektedir. BMM’nin açılışının Cuma gününe denk getirilerek, Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma namazından sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif taşınmıştır. Daha sonra mevlitler okunarak, kurbanlar kesilerek ve BMM’nin açılışının dualarla yapılması, dinî havanın hâkimiyetini açık bir şekilde göstermektedir.

Cumhuriyet ilan edilmeden önce, ısrarlı davetler üzerine Ankara’ya gelen ve resmi hoş geldin töreni ile karşılanan Bediüzzaman, 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis’te dağıttığı ve Mustafa Kemal Paşa ile tartışmasına sebep olan beyannamede, cumhuriyetin mana ve önemi üzerinde durmuş ve bu konudaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. Yeni bir devletin kuruluş aşamasında “Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyen Said Nursi, beyannamenin sonunda şu görüşlere yer vermektedir:

“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir. Vetenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsi, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kamil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedi düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslam’ın şeairini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.”
(Bediüzzaman Said Nursi, “Mesnevi-i Nuriye” s.134, www.rne.com.tr)

Osmanlı Devleti yönetimi sırasında genellikle halkın hassasiyetleri göz önüne alınmış ve şefkatle davranılmış olsa bile, zaman zaman diktatörlüğe kayan mutlakiyet uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Meşrutiyet’e ve Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçilmiş olması elbette Türkiye için bir kazançtır. Fakat zaman zaman cumhuriyetin manasına ve ruhuna taban tabana zıt uygulamalara imza atılmış ve diktatörlük anlamında bir istibdat rejimi hüküm sürmüştür. Esasen cumhuriyetin kendisi böyle bir uygulamayı ve halkın zararına olan istismarları kesinlikle hak etmemektedir. Cumhuriyeti, istibdata alet edenlerin, “Cumhur’u yani halkı ve kamuoyunu da rencide ettikleri asla göz ardı edilmemelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum