Muhsin Demirel’e…
İnce kalemli bir gül olacaktı; hattat olacaktı Muhsin. Nun harfinde vecd içre kâinatı, dağları, taşları, dereleri, tepeleri bir serzâkire uyar gibi görecekti.
Kimden öğrenmişti ruhani göklere bakmayı, çiçeklerin dilini, güldeki bülbül sesine saatlerce akmayı, yıldızların müziğini dinlemeyi…
Rahlenin kalp atışları duyuluyor. Muhsin, gece karanlığında sessizce hıçkırıyor. Kasabalardan ıstıraplı haberler geliyor, han duvarları mahzun. Kelimeler yaylım ateş altında, dilim kan ter içinde.
Muhsin’in kalbinde lafza-i Celal. Karanlıklı gözlerimin aydını… Dede Korkut’tan selam eyvallah. Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah…
Hattat olacaktı Muhsin. Lütuf ve kahrı aynı mürekkeple yazacaktı. Harflerden bir rahle yapacaktı o erguvani bahçede. Gönenli Hoca’nın görklü ruhaniyatına düşen rüyanın hattatı olacaktı. İlk harfle son harf arasındaki bütün çekirdekleri ve çiçekleri seyre koyulacaktı. Yazdığı her harfle soru sorma ve cevap arama eylemine girişecekti.
Usta, uykusundan terleyerek, el pençe uyandı. Rüyada bir kitabe bitmişti: “Ne acip bir rüya gördüm!” diye mırıldandı. Hanımını, torununu merak etti. Gürültü çıkarmamaya özen göstererek kalktı. Baktı ki her ikisi de uyumamış; kalem, kâğıt ile hemhal.
Muhsin ise kapının önünde bir ayak sesi duyar gibi oldu. Sesin sokaktan geldiğini sandı. Kalemini bıraktı, sakladı, mumu söndürdü. Yazdığı sayfa için de gerekeni yaptı. Suç teşkil edecek her şeyi gizledi. Köydeki herkes, baskından çekinirdi, mecburen. Yazanlar alıp götürülüyordu çünkü.
Muhsin’e hattatlık sevdası, herkesin Usta diye andığı dedesinden geçmişti. Ak sakallı, uzun boylu, yeşil gözlü Usta, köyde bakkal dükkânı işletirdi. Fakat Usta’nın asıl işi başkaydı. Hanımı Gönül Anne ise kendi hâlinde, kendi âleminde bir kadındı. Ev işlerinden arta kalan zamanlarında bahçeyle meşgul olurdu. İnce gönüllüydü. Kalp yetmezliği yaşıyordu.
Gece yazılarıyla büyüyordu Muhsin. Nundan kuşları, vavdan gemileri olacaktı, lâmeliften denizleri. Lambasında yakacak gazı varsa huzurluydu. Büyüyüp hattat olacak, fetihler hediye edecekti. Bunu arkadaşlarından hiçbirine söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek bir ortamda değildi. Gurbet elde yiteni vardı çünkü. Usta, ona gayret kanadını germiş, hep anlatmıştı Muhsin’e. Sinema şeridi gibi geçiyor aklından Usta’nın sözleri:
“Hat sanatında çok hassas ve çok ince malzeme kullanılır. Hat demek, kaide kural demek. Kaideden milim sapamazsınız. Aksi hâlde bozulur yazı. Ruhani hendesedir hat; kalem güzelidir.
Hatta kalem, kâğıt, mürekkep; üç esastır. Nakkaş, kamış kalemi açar, yontar. Kalemi yontarken çıkan yongalar, ekmek parçaları gibi mübarek addedilir. Hat, kalemin kıraat secdesidir, kalemin kıblesidir.”
Muhsin, bu kelimeleri zihninde yaza yaza, kımıltısız bir garipliğe, sisler şiirine uzanıverdi. Gündüz düz yazıdır, gece ise şiir, demişti Usta.
Muhsin, birdenbire hafiften bir ses duydu, ürpertili. Gece şiirinin ahengi bozuldu. Ayak sesinden tedirgin olan Muhsin, yorganının altına girdi iyice. Dünkü çocuktu daha o. Sonra da uyuyakaldı.
Muhsin’in hastalığı, gecenin geç saatlerinde daha da arttı. Dedesinin eski arabasının arka koltuğunda, hastaneye götürülürken, evinde bir kalemi kaldı, mum ışığında yazı yazarken kullandığı. Elinde, son yazdığı cümlesi Muhsin’in: “Demek bir seyrangâh-ı daimiye gidiliyor.”
Tehdit ve endişe, akşam alacasından fecre, kuşluktan ikindiye köyü, köyleri sarıyordu. Dedem hapse atılınca kardeşi onu hiç arayıp sormamış. Dedemin suçsuz olduğu anlaşılmış, beraat etmiş dedem. Ağabeyi, yine arayıp sormamış. Yıllar sonra karşılaşmışlar bir kahvehanede. Hiç konuşmamışlar.
“Herkes nefsi nefsine!” demiş birisi. Kim demiş, kime demiş, belli değil.
Sav köyünde dünyaya gelmişti Muhsin. Bu garip beldede, geceleyin, birbiriyle kelimesiz anlaşan bin kalem; kimisi mum, kimisi gaz lambası ışığında, evlerine çekilince, geç saatlerde gül hâllerini yazmaya başlamıştı.
Usta, derin hatlardan konuşuyordu, inci gibi:
“Hat kâğıtlarına özel bir sıvı sürülür. Kâğıdın arasındaki delikler kapatılır. Böylece mürekkep dağılmaz. Kâğıt boyanıp kurutulur. Sonra da yumurta akı ile şap karıştırılıp çırpılır, kâğıda sürülür. Kâğıt, beş altı ay kurutulur, silinir. Mürekkep, isten yapılır. Açık ve rüzgârsız havada bir çukura konan tiner, neft, bezir gibi malzemeler bir fitille yakılır. Biriken is, ekmek hamurunun içinde fırına sürülür. İs, zamk ile karıştırılır. İki üç gün bekletilerek bir porselene konur. On beş yirmi gün bu porselende dövülür. Bir hokkanın içine ham ipek konularak mürekkeple karıştırılır.”
Muhsin’in okul arkadaşları da düştü yazı sevdasına. Komşuları, halası, teyzesi, amcası, yazdı, yazdı. Yüzlerindeki anlam, bir projektör gibiydi.
Mevsim, incelmiş bir yazdı.
Yazdılar, gizlice yazdılar, sessizce. Kalplerinin harfleri parçalandıkça yazdılar, bir avize gibi topladılar ışık kırıklarını. Gecenin kalbine yürüyen harfler büyüdü, iç çeken ıstıraplı, çilekeş insanların ellerinde.
Büyüyüp hattat olacaktı Muhsin.
Kırmızı kaplı güllere adım adım yürüyecekti. Yazdıkça servi çınarı gül eyleyecekti. Toprakta taşta, gecede karanlıkta gül seyretti.
Binbir asmada gül dalları, binbir kovanda gül balları resmetti.
Uykularını bölüp güllere su verdi. Mektup başlarında uykusuz, gülü gül ile tarttığında susuz.
Usta, derinlerde vakarla konuşuyordu, bir ruh imbatı gibi:
“Kalıp tasarımı yapılır. Kalıp tasarımı; büyük dikkat ister. Hat, istif demektir. Aritmetik bir istif, şiir gibi hem de. Renkler de çok önemli.”
Büyüyüp hattat olacaktı Muhsin. Arkadaşlarına söylemedi bunu. Her bir kar tanesini bir harf olarak düşünecek, her bir kar tanesinden ayrı ayrı tablolar yapmak isteyecekti.
Usta, hep anlatırdı fakat sıkmadan, bıktırmadan. Neler neler anlattı, sevgili torununa. Köstekli saatine baktı. Meşhur kasideyi düşündü. Kasidedeki ifadeleri hayal meyal hatırlayabiliyordu.
…Fakir zengin, çoluk çocuk gece dersleriyle o harfleri öğrenecek…
Usta, gece derslerinde, gece dertlerinde duvarlarda, ceviz sandıklarda, ahşap kapıların arkalarında antika hatıralar buluyordu. Torununa çok şeyler anlatmıştı hat konusunda. Uzaklarda konuşuyor, sözü Esmaülhüsnâ’dan hüsnühat konusuna getiriyordu.
Ustanın alnında çizgiler yazılıyordu.
“Her şey değişmiş azizim.
Köyün genç öğretmeni bağırmıştı: “Aydınlanma geldi, karanlık bitti!”
Sekine namıyla bir sayfa, eleğimsağma suretinde. Sesleniyor. O, sayfayı alıyor. İçinde isimler, sırlı ilimler, sır ilimleri. Fakir ve zengin, emir ve işçi, çoluk ve çocuk, gece derslerine…. Herkesin vicdanına hatta elbisesine… Tatlı sulu nehir, aslında ateştir; parlak bir ateş gibi görünen nehir ise soğuk sudur.
Birisi bağırıyor “O ölmüştür!” Siyah elbiseli görevli haykırıyor: “O ölmüştür!”
Muhsin’in babaannesi Gönül Anne, yazıları kim bilir, kaçıncı defadır okumaya devam etmekte, arka odada, gizlice. Harfler satır satır ayrılmakta birbirinden, inceden inceye. İşte o zaman…
Görevlilerden biri, evin arka odalarına doğru seslenmekte: “Haydi, bizi bekletmeyin. Çocuklar haricinde kim varsa gidecek gece dersine.”
Mum ışığında, sürekli okuyor Gönül Anne; sema rahlesinde yazıyor. Kimin sesini arıyor? Sokakta bekletilen on beş komşusuyla görevliler eşliğinde gece dersine götürülüyor Isparta’da. Zabıt tutanlar kol geziyor. Ramazan da olsa gece dersleri aksatılmıyor.
Gönül Anne, kadınlar arasında mevlid de okurdu:
“Fahr-i âlem göç eyledi dünyâdan/ Ümmetlerim size olsun elveda/ Bize gel oldu ol yüce Mevlâdan/ Ashâblarım size olsun elveda/ Bûnu dedi yaşlar doldu gözüne/ Bir figândır düşdü halkın özüne/ Hasan’le Hüseyn’i almış dizine/ Kuzularım size olsun elveda!”
Çok dokunaklı sesi vardı Gönül Anne’nin.
Köy sokaklarında sessizlik kol gezerken, Sav köyüne ince hastalık düşünce, on dört yaşındaki Muhsin, mum ışığında yazarken haşir bahsini “Hazırlanınız; başka, daimi bir memlekete gideceksiniz.” diye; ince ince başlayan hastalıkları bitmeyince, hastaneye götürülürken o eski arabanın arka koltuğunda, hatırlarken o ifadeleri “gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir; dünya ve ahireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar.” sözlerinden kıldan ince kılıçtan keskince pırıltılar damladıkça, sabaha karşı, gecenin harfleri, harflerin rengi, renklerin sesi ışıldadıkça ruhunda, emaneti teslim ediyor.
Dillerinden güller dökülüyor, “Seyrimde bir şehre vardım” diyor Muhsin.
İşrak vakti, Muhsin, şiirsel bir tablo gibi yığılıp kalıyor, bir kitabın serin kucağında, sonsuzluğa, mahşer uykusuna dalıyor.
Canın nerede Muhsin, harf içindesin!
Gönül Anne, yakarıyor Allah’a: “Ya Rabbi! Veren sensin, alan sensin! İsyanımız yoktur.”
Hattat olacaktı Muhsin. Dedesinin büyük yangında kül olup giden altı bin kitabından haberi olmayacaktı. Usta’nın rahledeki kalp krizini hiçbir zaman öğrenemeyecekti.
Sırlarının pırıltısındaydı. Lâfza-i Celal hiç eskimiyordu.
Muhsin hattat olamazsa bestekâr olacaktı. Güllerin arkadaşı olacaktı. Gül çiçeklendi, gül ağacı oldu. Muhsin, o günleri göremedi. Kendi harflerinin ipek ipek ilmeklenen sesinde yıllarca yazıldı.
Gülün ömrü az olur maverasına uçtu Muhsin.
Hayat bitti, defter kapandı.
Tekrar açılmayı bekliyor, muhteşem bir açılışla hem de; bin kalemli beldeyi, Hafız’ı, köydeki mum ışıklarını, geceleyin gizli gizli kitap yazan hikmetli elleri de.
Niliüfer, Gönül Anne’nin ve Muhsin’in hikâyesini anneannesinden dinleyecekti.