Yüce Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:
Hiç şüphesiz göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, dirildir de, öldürür de. Size O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
(Tevbe, 9-116)
Gerçek mülk sahibi Allah’tır. O, her şeyin Malikidir. Şu uçsuz bucaksız kainatta gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilmediğimiz ne kadar varlık varsa hepsi O’na aittir. Üzerinde yaşadığımız dünya ve içindekiler de O’nundur. Biz de bu dünyanın içinde yaşadığımız için biz de Allah’ın mülküyüz. Kendi kendimize malik olduğumuzu zannetmemiz, ya da bir şeylerin bizim olduğunu iddia etmemiz sadece bir vehimden ibarettir. Hiçbir şey bizim değildir. Biz ve bizdeki organlar, duygular her şey, ama her şey Allah’ın mülküdür. Bize emanet olarak verilmiştir. Bu yüzden insan malikiyet davasından vazgeçmeli. Gururlanmamalı, kibirlenmemeli. Bu uçsuz bucaksız kainat içerisinde maddi varlığı ile görünmeyecek kadar bir yere sahip olan neyi ile gururlanıp böbürlenecektir?
Gökleri ve yeri yaratan ve halen de yaratmaya devam eden Cenab-ı Hak, yuhyi ve yümittir. Yuhyidir: Yani hayatı veren, hayatı yaratan, hayata lüzum olan şeyleri her zaman hazırlayan O’dur. Çünkü o Hay’dır o Muhyidir. Üstelik hayatı ebedidir, ezelidir. Cenab-ı Hakkın varlıklara hayat vermesi bir takdir iledir. Tesadüfen dünyaya gelme yoktur. Cenab-ı Hak sadece hayatı bir defa yaratmakla kalmamıştır. Arapçada “Yuhyi “ kelimesi, “Hayatı sürekli bir şekilde verir, yaratır” demektir. Onun hayatı vermesindeki süreklilik devam etmektedir. O sadece hayatı verseydi de, hayat için lüzumlu olan maddeleri bulmayı ve yapmayı bize bıraksaydı, hayat ne kadar çekilmez bir hal alırdı. Ama O öyle yapmıyor. Yarattığı bir canlıyı, yaşamasına uygun bir ortam içinde dünyaya getiriyor. Hava, su, ışık, ısı, temel gıdalar adeta o canlıyı bekliyor. Acizlerin rızıkları ayaklarına geliyor. Bebekler, yavrular, bitkiler, meyve kurtları gibi.
Biraz gücü olanlar da kendilerini için hazırlanan rızıkları bulmak için çaba göstermek zorunda kalıyor. Ama bu çaba çok basit bir çabadır. Esas önemli olan hayat için lüzumlu olan levazımatın yaratılmasıdır. Canlıyı yaratsaydı da, güneşi yaratmasıydı, suyu yaratmasaydı, toprağı, sebzeyi, meyveyi yaratmasaydı, dünyaya gelmenin hiçbir anmalı kalmazdı, çünkü hayatı devam ettirmek mümkün olmazdı. Demek ki sadece hayata gelmek değil, hayatı devam ettirmek de önemlidir. İşte bütün bunları Muhyi olan Allah yapıyor ve bunu sürekli yapıyor. Bizi de bu konuda düşünmeye çağırıyor.
Allah aynı zamanda “yümit”tir. Yani hayatı veren ve yaratan O olduğu gibi, Öldüren odur, ölümü yaratan da O’dur. Hayata gelmek nasıl bir yaratma ve takdir etmeyle ise, ölmek de bir yaratma ve takdir etme iledir. Bu yüzden hiçbir canlı, hiçbir insan tesadüfen dünyaya gelmediği gibi, tesadüfen de ölmemektedir. Allah takdiri ile ölmektedir. Madem ki ölüm yaratıyor, mezara çürümeye ve yok olmaya gittiğimizi düşünmek, tevehhüm etmek yanlıştır. Yokluğa, hiçliğe, bozulmaya, çürümeye, idam olmaya gitmiyoruz.
Ölüm bir visal kapısıdır. Allah’a ve sevdiğimiz insanlara kavuşma vesilesidir. Ölüm bir mekan değiştirmedir. Hayat, ölümün bu hakikatini anlamakla bir mana kazanıyor. Hayatta yaşamanın bir anlamı kalıyor. Öldükten sonra yok olacağına inanan bir insan, dostlarının ölümlerinden ne kadar büyük üzüntü duyar. Kendi ölümünü düşünmek onun için çıldırmakla aynı anlama gelir. Bu yüzden ölümün Allah tarafından yaratıldığını bilen ve bunun bilincinde olan bir insan, ölümü gülerek karşılar, mezaristana ağlayarak değil gülerek gider.
Gerçek dost ve yardımcı da ancak Allah’tır. Yani ölümü ve hayata yaratan Allahtır. Çünkü o ebedir, ezelidir. Herkes ölse de o bakidir. O baki olduğu için yarattığı insanları da bekaya mazhar edecektir. Ancak burada önemli olan bizim imanla kabre girmemizdir. Bu da bizim hayatımızı iman ve İslam dairesinde geçirmemize bağlıdır.
Cenab-ı Hak bizleri hayatımızı iman ile hayatlandıran, farzlarla süslendiren, günahlardan çekinmekle muhafaza eden salih insanlardan eylesin. Amin.