Yeni bir milenyuma gireli neredeyse çeyrek asrı geride bırakıyoruz. 21. Yüzyılın içindeyiz. Barışa ve huzura muhtaç; Bediüzzaman’ın harika teşbihiyle “gelin libası giymiş acuze-i şemta” dünyamızda hâlâ emperyalist-şer güçlerin savaş tamtamları çalmaktadır. Küre-i arzın pek çok yerinde soykırımlar, savaşlar, açlık, sefalet, sömürü, ekonomik krizler, sosyal kargaşalar devam etmektedir. Ülke, bölge ve dünya ölçeğinde bir barışa ve huzura o kadar muhtacız ki. “İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.” (Bediüzzaman) Buradaki ifadede dikkat çeken husus; Müslümanın kuvveti yerine, “İslâmiyetin kuvveti” denmesidir. Zira Müslümanlar hasbel beşeriye bazen dine ayna olmak yerine, eylem ve söylem planında perde veya gölge olabilmektedir.
Bediüzzaman’ın haklı, hakikatli ve hikmetli şu sözünden anlıyoruz ki, İslamsız, daha doğru bir ifade ile “Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyet” olmaksızın dünya barışı pek mümkün gözükmemektedir. Ne uzak Doğu’nun maddeyi göz ardı eden felsefi öğretileri ne Batı’nın dini ve manevi değerleri dışlayan, rahmetli Cemil Meriç’in “deli gömleğine” benzettiği -izm’li ideolojileri… O zaman, izhar / temsil etme planında hakiki ve samimi Müslümanlara ciddi vazifeler terettüp etmektedir. Fakat evvel emirde kendi dünyamızda hem bireysel planda hem toplumsal ölçekte uhuvvet, muhabbet ve barışı tesis etmek zorundayız. Aksi halde hakikat-i İslamiyeyi temsil etme ve ayna olma görevini ihmal ve terk etmiş olmakla; harici dünyada İslamofobiye / İslam korkusuna sebep olacağımızdan, sair milletleri dünya barışı adına harekete geçirmeye muvaffak olamayız.
Ziya Paşa’nın bu makamda, şu haklı ikazı yerindedir:
“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”
Teseyyüp; kayıtsızlık, tembellik, ihmalkârlıktır. Şunlar; hakikat-i İslâm ile ebediyen yan yana gelemeyecek menfi hususiyetler ve vasıflardır.
Hal-i hazırda, insanlığı dünya barışına sevk edecek evrensel ölçekte ve kabiliyette bir manevi güç ve kuvvet yoktur. O güç ve kuvvet tek başına, “hakikat-i İslâmiyedir.” Çünkü dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın İslam fıtratı üzerine doğan her insan, muvakkat / geçici bir dünya hayatı, huzur ve mutluluğu ile tatmin olmayıp, saadet-i dünyeviyle beraber ebedi/sonsuz bir hayat ve saadet-i ebediye istiyor. Bu da sulh-u umumi / dünya barışı ortamıyla mümkündür. Zira “Sulh/barış daha hayırlıdır.” (Nisa,128) fermanı ilahisi, hayırlara ve iyiliklere vesile olacak şeyin “barış” ortamı olacağına işaret ediyor. Hem şu ikaz-ı ilahi bize, barış zamanının terakki ve savaş zamanının tedenni vakitleri olduğunu hatırlatıyor. Keza barış, huzur ve mutluluk, hürriyetin hükümferma olduğu ortamlarda ve maddi-manevi terakki zamanlarında neşv ü nema bulur ve gerçekleşir.
Hürriyet, ittifak ve şahs-ı maneviler asrındayız. Her şeyi devletten ya da kendi iktidarını ibka etmekten başka bir şey düşünmeyen totaliter yahut otoriter yönetimlerden bekleme devri çok gerilerde kalmıştır. İnançlı, duyarlı ve gönüllü insan toplulukları, müspet hareket tarzıyla, kimseye zarar vermeden, başkalarının hak ve hukukunu çiğnemeden pekâlâ barış, huzur, mutluluk, uhuvvet ve muhabbet ortamının tesisi için muannid yönetimleri zorlayabilirler. Şahısta olmayan kuvvet şahs-ı manevide vardır.
Dünyanın gidişatını görmüş, asrın ruhunu daha asrın başında okumuş olan Bediüzzaman, 1911 yılında Şam Emeviye Camiinde verdiği hutbede, insanların, dinsizliğin mahiyetini ve sebep olacağı vahim sonuçları istikbalde daha iyi anlayacağını, hak ve hakikate yöneleceğini ifade ederek;
“Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. Çünkü acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten harici ve dahili düşmanlara karşı istinat noktası ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdat noktası, yalnız ve yalnız Sani’-i Âlem’i tanımak ve iman etmek ve ahirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yoktur.”
İçinde “Uluhiyet, Nübüvvet, Haşir ve Adalet” gibi hakikatler bulunmayan din, felsefi öğreti yahut -izm’li ideoloji ve sistemlerin / düzenlerin; insanlığın, bırakın ebede uzanan emellerine ve maddi - manevi ihtiyaçlarına, bugününe bile cevap verme kabiliyetinden fersahlarca uzak olduğu izahtan varestedir. Böyle bir sistemin, dünya barışı getirme iddiası, sadece “kuru bir iddia” olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira, istinat ettiği, arkasına yaslandığı şeyler, temelsiz ve menfi esaslardır.
Hâsılı kelâm; eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağını çocuklar bile bilir.
**