Bir halk deyişinde ozanımız, sevdiği yanından selamsız sabahsız geçince şöyle sitem etmiş:
“Selâmsız sabahsız gelip geçersin,
Böyle midir yolumuzun töresi?”(Pir Sultan Abdal)
İslâm’ın töresinde, örfünde selâm, bir dua olmakla beraber, büyük ve mühim şeairden / işaret ve sembolden birisidir. Onun için halk ozanı, “selâmsız sabahsız geçip gitmeye” gönlü razı olmamıştır. Ben de derdimi anlatmadan önce, küçük fakat mühim bir anekdot anlatmak isterim. Şöyle ki: Şehrimizin Ulu Camii avlusunda, öğle vaktinde bir ağacın gölgesi altındaki bankta oturmuş ezan-ı Muhammedî’yi (sav) beklerken caminin imamı geldi. Yanımdan geçerken selâm verdi ve kapıdan içeri girdi. Ardından, üç-beş dakika sonra, halkı tenvir ve irşatla tavzif edilmiş vaiz efendi geldi, selâm vermeden geçince ardından seslendim: “Ve aleyküm selâm hocam!” Vaiz efendi döndü, “Kusura bakma, acelem vardı!” dedi ve yine selam vermeden camiye girdi. Kürsüye çıktı. Tebessüm etmek, sadaka vermek… gibi küçük de olsa güzelliklerin faziletinden bahsetti. Sohbet etmişliğimiz olmasa da her ikisini tanıyorum. Benim yaşadığım küçük, ehemmiyetsiz ve münferit, söz ve fiille ilgili şu olayı toplumsal ölçekte düşündüğümüzde karşımıza şöyle bir içtimai manzara ve toplumsal tablo çıkmaktadır: “Selâmsız sabahsız insanlar topluluğu!”
Selâm ile muhabbet/sevgi arasındaki münasebete dikkatimizi çeken Peygamberimiz (sav), “Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir işi size haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim) buyurmuştur. Hele, dünyevî madde ve menfaatin öncelikli tercih sebebi olduğu, “adavete muhabbetin” toplumsal zeminde revaç bulduğu, sadece birbirini tanıyanların selamlaştığı şimdiki zamanda selâm; öylesine mühim ve kıymettardır ki…
Kürsüdeki vaizi dinlerken zihnim, Bediüzzaman,’ın, “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.” (Divan-ı Harbi Örfi) sözüyle meşguldü. Evet, o üç sebep ciddi anlamda tahlil edilse, tenvir ve irşat göreviyle vazifeli olanların sözlerinin neden tesir etmediği gayet net bir şekilde anlaşılabilir diye düşünüyorum. Eskiden medreselerde talebelere pozitif ilimlerin yanı sıra ilm-i siyaset dersleri de okutulurmuş ki, talebe sosyal hayata karıştığında neyi, nerede, nasıl konuşacağını bilsin diye. Şahsi ve toplumsal ahvalimizi nazara vererek, kanaatimce, bizim de ciddi bir davranış eğitimine ciddi ihtiyacımız vardır diye düşünüyorum.
Mesela, bilhassa bugün;
“İktiza-ı hale mutabık,”
“İlcaat-ı zamana muvafık”,
“Teşhis-i illete münasip”
(D. H. Örfi) söz söylemek meselesi, sözün gücü ve tesiri açısından çok mühimdir.
Konuyla alakalı olarak mühim bir diğer meselede de Bediüzzaman, Muhakemat isimli eserin Unsuru’l-Belagat kısmının Birinci Meselesinde dikkat çekici bir uyarıda bulunur: “Zira bir milletin mizacı, o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de hissiyatının makesidir. Milletin emziceleri / mizaçları muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir.” Evet, insanların anlayış ve kavrayış dereceleri farklı olacağından, ekseriyetin kolayca anlayabileceği lisan ve tarzda konuşmak ve yazmak gerekir.
Evet, “Sözün tesiri samimiyetindedir” derler. İçtenlik ve samimiyet; mana ve muhteva itibariyle bünyesinde inanmak ve inandığını yapmak anlamlarını da taşır. Zaten ikaz-ı İlahî de bu istikamettedir: “Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saf, 2) Şu İlahî ikaz bize, söylem-eylem birlikteliğini ders vermekte, söylenecek güzel sözün fiille takviye edilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Söz de tıpkı fiil gibi muhatabına müspet/olumlu ya da menfi/olumsuz anlamda tesir eder, pozitif veya negatif izler bırakır.
Son söz olarak; büyük yangınlar küçücük kıvılcımlarla başlar. Hele şiddet ve nefret dilinin yaygınlaştığı ve fakat insanların, üst üste yaşadıkları kaos ve krizler sebebiyle daha çok maneviyat arayışına girdiği şimdiki zamanımızda “Bir çift sözden ne çıkar?” deyip geçmeyin. Hak ve hakikat âşığı Yunusça ifade edecek olursak;
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağılı aşı,
Yağ ile bal ede bir söz.”
**