Şair Ziya Paşa’nın sözü, serlevhamızı destekler mahiyettedir:
“Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde.”
İşimiz; yani eylemimiz. Lâfımız; yani söylemimiz. Çelişkide kalınca şöyle deriz: “Senin sözüne mi, benim gözüme mi?” Tercih hep gözden yanadır, üstünlük eylem tarafındadır. Kulaklarımızla duyduğumuz şeyi, gözümüzle de görmek isteriz.
Pek çok insani meselelerde olduğu gibi mesela, muhabbet ve uhuvvet söyleminde hayli cömerdiz, lakin fiilen göstermekte cömert olduğumuzu söyleyemem. Hayli cimriyiz. Bu, büyük bir iddia gibi gelebilir. Bireysel ve toplumsal manzaramız, bu iddiayı doğrular tablolar sunuyor. Olaylar bireysel gibi görünse de toplumsal gidişat hakkında bize ışık tutuyor. Yanlış bir rotada yol alıyor gibiyiz. “Dış dünya bizden farklı mı?” derseniz, toptancı değilim. Olanı vardır olmayanı vardır. Kaldı ki, başkasının yanlışı, bizim için senet ve özür değildir. Evvela aynayı kendimize tutmamız icap ediyor.
Sevme Sanatı isimli kitabında Erich Fromm, “Sevgi, insanlarda etken bir güçtür.” diyor. Sadece insanla sınırlı olmayan bu güçlü bağ, bir kaynaşma duygusudur. Peki, bu güçlü bağ ve duygudan, bireysel ve toplumsal hayatımızda yeterince yararlanıyor muyuz? Kendi adıma cevap vereyim: Hayır. Karamsar ve kötümser değilim. Ümitsiz hiç değilim. Sadece vakıayı söylüyorum, o kadar. Kulaklarımız doydu, gözümüz de doysun.
Sevgi ihtiyacı; A. Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”nde üçüncü basamakta yer alsa da şu bir gerçek ki, muhabbetten hiçbir varlık müstağni değildir. Zira o, kâinatın varlık sahnesine çıkış sebebidir. İnsan kadar doğa, çevre ve hayvanlar da muhtaçtır ona. Sevgi, almaktan çok vermektir. Ama tüccar zihniyetiyle değil. Sevgi, “veren el” safında olmaktır. “Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir” diyor, Sevme Sanatı kitabının yazarı. “Vermekle zenginleşmek” birbirine zıt gibi görünse de kastedilen, hakiki manasıyla zenginliğin vermek olduğudur. Muhabbet gönüller inşa ederken, adavet gönüller yıkar. Yapan ile yıkan bir olmaz. Yunus demiş;
“Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil.”
Sevgisiz insan; kendini, yalnızlığa mahkûm etmiş insandır. Yalnızlık ise bir tür tek kişilik hücre hapsidir ki, insanın kendini, kendine hapsetmesidir. Bu hapis hayatının bir ömür boyu sürdüğünü bir düşünelim. Ne elem vericidir! Yalnızlık Allah’a (c.c) mahsustur. Bediüzzaman bu anlamda, insanın, “medeni-i bittab” olduğunu söylemiştir. İnsan, yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Bilimsel çalışmalar da bize çağımızdaki hastalıkların iki mühim sebebinden bahsediyor: yalnızlık ve stres.
“Cümle yaratılmışa,
Bir göz ile bakmayan;
Halka müderris ise,
Hakka asidir.”
Veya “72 millete bir gözle bakmayan / Hakikatte asidir.” (Yunus) Yetmiş iki milletten kasıt da herhalde bütün insanlık olsa gerektir.
Batı düşüncesinde, insanın kendisini sevmesine iyi gözle baktıkları söylenemez. Ya ‘bencillik’ derler veya ‘veba’ der Calvin gibileri. Yahut Freud gibileri de ‘narsisizm.’ Bunlar ifrat ve tefrit gel-gitleridir. Başkasını sevebilen insan, kendini sevemez mi? Yanlış olan, yalnızca ve sadece kendini sevmek, kendine ilgi duymaktır. Zira kendini sevmek, insan fıtratının gereğidir. Bir şeyin tanımını doğru yapmak gerekir. Bu hakikati ifade eden bir söz şudur:
“Evet, insan evvelâ nefsini (kendini) sever. Sonra akaribini (yakınlarını), sonra milletini, sonra zîhayat (canlı) mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin her birisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.”
(Sözler)
Sevmeyi becerebilmek kadar eylem ve söylemle bunu izhar edebilmek de çağımızın en çok muhtaç olduğu şeydir. Muhabbetin ne olduğunu bilmeyen yoktur. Fakat nasıl olması gerektiği konusunda kafamız karışıktır. Maharet, sevgiyi, sanat haline getirebilmektir. Sanat; hissiyatın, duygu ve düşüncelerin yazı, şiir, resim, müzikle dile getirilişi, sanat yoluyla okunur, görünür, duyular, dinlenir hale gelişidir. Yani, mesele, pratiğe dökme meselesidir. Fıtratımıza konulan bu soyut duyguyu; gülen gözlerle, tebessüm eden yüzlerle, alkışlayan ellerle, sarılan kollarla, teşekkür ve tebrik eden dillerle ifade edebilmeliyiz.
Gül ile bülbülünki klasik, kadim sevgi ittifakıdır. Keşke bundan ibret alıp, benzeri sevgi ittifakları kurabilsek. Düşmanlıkta ittifakı kolayca yapabildiğimiz gibi sevgide de hakkın hatırını âli tutup becerebiliriz. Söylemde çok cömert olsak da iş eyleme gelince cimriliğimiz tutar. Maddi ve manevi anlamda cimrilik, açgözlülük kadar kendinden uzak durulması gereken fenalıklardan birisidir.
Kendimizi; sulh-u umumiyi yani dünya barışını tesis etmeye namzet bilen bizler, evvela dar dairede, aramızda muhabbet-uhuvvet ittifakını tesis etmeliyiz ki, evrensel çapta bir barışa muvaffak olabilelim.