Şirazlı Sadi; bir bal arısı olmuş, kanatçıklarıyla yedi iklim dört bucağa uçmuş; yeryüzünün çiçek bahçelerinde dolaşmış, ilim meclislerinde oturmuş, irfan sofralarında konuk olmuş; bizim Yunus’un “ballar balını” bulmuş, dağarcığına doldurmuş, dönüp bize ikramda bulunmuş. Güller toplamış, gülistan yapmış, demetler halinde bize sunmuş. Gül, Hz. Peygamber’i (s.a.v) sembolize eder. Gülistan, Hz. Peygamber’in (s.a.v) has bahçesi. Girenlerin gözü ve gönlü ferahlıyor. Binler çeşit renk, şekil ve kokularıyla güller. Büyüleyici; sultanlara mahsus bahçe: Gülistan. Sultanların Has Bahçesi.
Çağlar değişse de insan olmak gerçeği çok fazla değişmiyor. Dünün insanı ile bugünün insanı aynı şeylere muhtaç: Adalet, huzur, mutluluk hakeza. Hem bu ihtiyaçlar şu zamanda o kadar şiddetli ki. Mutlu insan; mutluluğu, dünyayla sınırlı olmayan, saadeti sonsuzluğa, ebede uzanan insandır. Keza, dünyayı cennete çevirmek de ateş çukuruna dönüştürmek de insanın elindedir.
Tutku; insanı tutsak alan, şiddetli ve zorlayıcı meyiller, arzular, eğilimler, istekler. Ya yeneriz onu ya yeniliriz ona. Yenersek ne âlâ ama yenilirsek yandı gülüm keten helva! Zordur tutkuları yenmek. Kendini; egonun, enenin, nefsin heva ve heves kemendinden, bağımlılığından kurtarmak: gerçek hürriyettir. İnsan; tutkularla leb a leb dolu bir varlık. Tutkuların dizginini ya da yularını boş bırakırsa, o, yabani bir at gibi insanı kendi istikametinde koşturur. Dizginlere hâkim olmak: terbiyeden murat bu olsa gerektir.
Kötülük tohumu ekip iyilik ummak: Boş kuruntu, olmayacak duaya âmin demektir.
Kalemi şeker kamışından olanın yazıları, şeker tadı verir. Bitkinin güzelliği, tohumunun güzelliğindendir. Cahilliğin pek çok tarifi, tanımı vardır. Biri de dost gönlünü kırmak, bir gönlü yıkmaktır. Zira cahil, cesur olur. Tahrip kolay tamir hayli zordur. Kıvılcım misali bir tek söz yeter yakmak ve yıkmak için.
İki şey insanı çileden çıkarırmış: Söylenecek yerde susmak, susacak yerde konuşmak.
Bir bilge dedi ki, “Ne söyleyeyim diye düşünmek niçin söyledim diye pişman olmaktan iyidir.” İki dinle bir konuş. İki kulak verilmiş bir ağız. “Sözün gümüş, sükutun / susmanın altın” değerinde olduğu günler çok mu geriler de kaldı? Yoksa biz insanlar mı değiştik? İkisi de olabilir. Tevekkeli, kuşak çatışma der dururuz. Hoş, niye çatıştığımızı da bir bilebilsek. Kuşak çatışması dediğimiz şey, kuşakların farklı özelliklerinin hayata yansıması da olamaz mı? İlle de çatışma dememiz şart mı? Kaldı ki, çatışma kelimesinin zihinlere yaptığı tedai/çağrışım hiç de hoş ve olumlu değildir. Güzel ve hoş şeyleri, güzel ve hoş olmayan kelime ve kavramlarla açıklamak da hoş olmasa gerektir.
Bugün yaşadıklarımız, önce konuşup sonra düşündüğümüzden olabilir mi? “Önce düşünmek, sonra söz; evvelâ temel, sonra duvar gelir.” der Sadi Gülistan’da. Hem çok şey bilip bunu pratiğe dökemeyen Sadi, “Balsız arıya” benzetmiş. Diyor ki: “Madem bal vermiyorsun, bari iğne batırma.” Bu söze dair ciltlerle kitap yazılabilir.
*****
Üslub-u beyan, tecessüm etmiş insandır. “Akıl yaşta değil, baştadır” dense de bilgi, beceri, deneyim, yabana atılacak şeyler mi? Bilgili ve tecrübeli insan ve bilge bir kişi olmak için zamana, vakte ihtiyaç yok mu? Bilgi, tecrübe ve becerisini beğendiğimizi söylediğimiz insan hemen, “Ee, bu saçları değirmen damında ağartmadık!” der.
Lokman Hekim’e sorarlar: “Bilgeliği kimden öğrendin?” Cevap hayli ilginçtir: “Körlerden. Çünkü önlerini görmeden adım atmazlar.” Her insan, her şeyden bir şey öğrenebilir. “Şaka yoluyla söylenmiş olsa bile, akıllı insanın ders alamayacağı söz yoktur. Ama cahilin önünde yüz tane hikmet kitabı okusalar, bu, onun kulağına şaka gibi gelir.” “Her kişiyi Hızır, her geceyi Kadir bil.” demişler.
Güzel bir uyarı: “İnsan sevdiğine sayıyla mı verir?” Hikayesi şudur:
Değerli bir eğitim emekçisi dostum anlatmıştı. Elinde doksan dokuzluk bir tespih, dilinde zikir bir derviş, kolunda azık çıkını asılı bulunan bir kadına denk gelir. Selâm verir, kadına nereye gittiğini sorar. “Az ötede çalışan beyime yiyecek götürüyorum.” Derviş, “Az mı çok mu?” diye sorunca kadın, soruya, “insan sevdiğine sayıyla mı verir?” sorusuyla cevap verir. Dervişte şafak atar. Dersini almıştır. Elindeki 99’lu tespihi uzaklara fırlatıverir. O da sevdiğini sayı ile zikretmekten kurtulmuştur. Kulaklarında kadının, “insan sevdiğine sayıyla mı verir?” sesi yankılamış vaziyette oradan uzaklaşır.
İşte böyledir, bir söz insanı getirir kendine. İbrahim Ethem’i gönül sultanı yapan da devesini sarayın damında bir insanın sözü değil miydi?
*****
"Beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur” diyor Bediüzzaman.
“Kölelik artık geçmişte kaldı” deme. Tutku tutsaklığı, farklı versiyon, görüntü ve yansımasıyla aynıyla devam etmektedir. İnsanı kul-köle eden o kadar çok şey var ki. Büyüklü küçüklü, saymakla bitmez. Keyifli hevesat, denilen helal ve meşru zevkler bugün, yüzde beşten yüzde doksan beşe çıkmış. Güzel seslerin, sözlerin ve kokuların taşıyıcı aracı hava unsurudur. Ona da gayrı meşru ses, söz ve kokuları taşıtmaya, onun sırtına yük etmeye hakkımız olmasa gerektir. Haddi bilip aşmamak gerek. Muhabbette bile haddi aşanlar, yoldan çıktılar. Hz. İsa ve Hz. Üzeyir’e (as) olan sevgilerinde ölçüyü kaçırınca, onlara beşer sıfatını –güya- yakıştıramadılar, “Allah’ın oğlu” deyip çıktılar işin içinden. İnsan sevdiğine iftira atar mı? Hem kendileri sapıttı hem başkalarını sapıttılar. Doğrudan sapmak kötüdür, gayrıyı sapıtmak ise daha kötüdür.
Harami; dem ve damarlarında hırsızlık ettiği lokmaların deveran ettiği insandır. “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek” zulmün farklı bir versiyonudur. Demek ki, hakkı yenen her insan hem mazlum hem yetimdir.
Haris; hırsın tutsak aldığı, prangaya vurduğu, hırsına mağlup olmuş bahtsız kişidir. Harisin parolası şudur: Daha yok mu? Devir hiç önemli değildir. Dün, bugün, yarın. Dün dağ başlarını, mağaraların içini mesken tutan haramiler bugün, metropollerin göbeğinde, plaza adını verdikleri görkemli ve göz kamaştırıcı binalarda, şatafatlı ofislerdedir. Dün şahıslar iken bugün şahsı manevilerdir. Yarın, kim bilir hangi kılıkla karşımıza çıkacaklar, bilemiyoruz. Bize düşen uyanık olmaktır. “Hasır kamışından şeker yiyemezsin.” der Şirazlı Sadi.
Bir yerde hakiki anlamıyla bir şey yoksa orada, zıttı vardır. Tabiat ve hayat boşluk kabul etmez derler. Meselâ, adalet yoksa zulüm vardır. Türleri ve türevleri o kadar çoktur ki zulmün, say say bitmez. Gizli, açık/aleni, sözel, fiziksel, psikolojik, ekonomik türlü türlü. Kutsal Kitabın dört esasından birisi adalettir. İnanan ve kulak verene çok şey anlatır bu. Zulüm temelleri atan, mülkün temellerini yıkar. Mülk; aileden devlete, sahip olunan her şeydir.
Zalimliği ile meşhur Haccac-ı Zalim, Bağdat’ta bir dervişten dua istedi. Derviş, “Tanrım şunun canını al!” diye dua edince, Haccac, “Bu nasıl dua?” diye sordu. O da “Hem senin hem şehir halkı için hayır duasıdır.” dedi. Ne hikmetli söz!
Hacet kapısı ya devletin ya da gayrın kapısıdır. “Elin ekmeği kanlı olur” diye meşhur bir deyim vardır. Kanlı olan ekmek değil, çekilen mihnet ve meşakkattir, yani derdi maişettir. Çalışmak: El emeği, alın teri, göz nurudur. “Çalışıp kazanan Allah’ın sevdiği insandır.” (Hadis) Kimisi beyin gücüyle kimisi de kol gücüyle emek harcar. “Gayretli devletliyi geçer” sözünü duymayan yoktur.
*****
Yad-ı cemil. Hatırlanmak ya da hatırlanmamak.
“Biz dünyadan gider olduk/Kalanlara selam olsun/Bizim için hayır dua/Kılanlara selam olsun.” (Yunus Emre)
Hz. Aişe (r. anha) annemiz: “Bir defasında cehennemi hatırlayıp ağladım. Resûlullah (s.a.v) beni bu vaziyette görünce: “Aişe neyin var?” diye sordu.
“Cehennemi hatırladım da ağladım. Siz peygamberler kıyamet günü aile fertlerinizi hatırlar mısınız?” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v): “Üç yer vardır ki oralarda kimse kimseyi düşünmez. 1- Mizanda ameller tartılırken, 2- Amel defterleri verilirken, 3- Sırat Köprüsü kurulduğunda.” (Hâkim)
Bir sultan, kendini ibadete vermiş abid ve zahid bir kişiye sormuş: “Bizi hatırlar mısın?” Zahid, “Evet, Allah’ı unuttuğum zamanlar.” demiş.
Çakma sultanlar bırakın Yaratıcı Kudret’i, öyle ki kendilerini bile unuturlar. Çünkü sultan demek; saltanat, güç, kuvvet, iktidar, saray demektir. Bir müddet sonra güç zehirlenmesi ve akıl tutulması yaşamaları da mukadderdir. Mesela, 1643-1715 yılları arasında 72 yıl Fransa’yı mutlak monarşiyle yöneten kral 14. Louis, “Devlet benim!” sözüyle meşhurdur. Bu, devleti ve milleti kendi tapulu malı mülkü gibi gören bir zihniyetin ve temellük davasının ifadesidir.
Güçlü olanın haklı olduğu asır, cahiliye dönemidir. Köleler ve Efendiler çağı. İnsanlık, böylesi utanç ve vahşet dönemleri yaşamıştır. İnsanların bir kısmı köle diğerleri ise efendidir. Köle pazarları vardır. Kudret harikası, yaratılış mucizesi, kâinat ağacının meyvesi, dünya sarayının nazlı misafiri insan da bu pazarın malıdır. Ederi de birkaç akçedir. Hele bir de derisi siyahsa, ederi iyice düşer. Rengine göre paha biçilen beyaz, siyah, sarı insanlar...
Bugün –belki görünüşte- böyle kölelik ve efendilik yok gibidir. Ama gerçekte öyle mi? Yoksa isim, cisim ve resim değiştirmiş haliyle hâlâ hükmünü icra mı etmektedir? Bana sorarsanız, evet! Hem de hız kesmeden. Meselâ, insan onuruna layık bir hayat süremeyen, açlık sınırında ücret alan bir emekçi sizce, modern köle değilse nedir? Alın size bir 21.asır kölesi. Elleri ayakları bağlı değil ama işe ve aşa muhtaç, gayrıya bağımlı milyonlar. Köle olmak için ille de cahiliye devrinde ve Ebu Cehil döneminde yaşamak icap etmiyor.
*****
Yunus, “Kişi bile söz demini.” der.
Susarsan altın, söylersen gümüş kazanırsın. Tercih hep altından yana değil midir?
Hikâye bu ya, ahmağın biri, ömrünü harcayarak bir eşeğe konuşma dersi vermişti. Bir Bilge kişi ona, “Behey cahil, ne çırpınıp durursun? Sende bu heves varken, halkın kınamasından korkmalısın. Hayvan kısmı senden konuşma öğrenmez. Bari sen, hayvandan susmayı öğren.” dedi. (Gülistan)
Yerinde konuşmak gibi yerinde susmak da erdemdir. Tam da ağzı olanın konuştuğu günümüzdeki gibi.