Aramızda 5 yaş fark olsa da aynı kuşaktan olduğumuz kıymetli yazarın, Ruh Bakımı isimli kıymetli kitabını okuyunca, hakikatle yüzleşme ve kendisiyle hesaplaşma cesaretini göstermesinden dolayı takdir ettim. Bilhassa toplumun ekonomik açıdan aşırı dolarize, siyasal açıdan da çokça politize olduğu; “Oğlan bizim kız bizim, ne diyelim?” deyip; ayıp ve kusurlara kılıf uydurulmaya çalışıldığı bir zaman diliminde bu cesaretinden dolayı tebrik ediyorum.
“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.” (Bediüzzaman) Şair de “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” demiş.
Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almazmış. Buna, hep, inanç dünyamızın müntesiplerini anlatan güzel bir söz nazarıyla bakarım.
Beceremediğimiz bir şey varsa, o da kendimizle yaka-paça olabilme cesaretini gösterememiş olmaktır. Bilmem ki, hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz, beyanının karşımıza çıkmasından veya haksız çıkmaktan mı korkuyoruz?
İstenmeyen tüylere çare arayan insan, istenmeyen huylara karşı bigânedir.
Okuduğum sosyoloji ilmine göre diyebilirim ki; cilt bakımının ruh bakımının önüne geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Görünen yüzün, görünmeyen öze tercih edildiği günlerdeyiz. Kanaatimce Şov Asrı dense yeridir. Bu asrın mabedleri güzellik merkezleri; uzmanlar şeyhleri, müritleri de müdavimleridir. Muvakkaten güzel görünmek için orada harcanan vakit ve nakitler. Birbirini tamamlaması gereken estetik ve etik; estetiğin tahakkümüyle etiğin tahtına kuruldu. “Göründüğü gibi olmaya” çalışan insanların dönemini yaşıyor gibiyiz. İnsanın tanımı ve tarifi değişti. Değer ölçüsü, mihenk taşı; para ya da parayı çağrıştıran her şey. Bundan inançlı insanlar bile müstağni değiller. Onlar da bu anafora kapılmış vaziyetteler.
Nur yüzlü ninelerimiz ve analarımız geldi yâdıma. Hem göresim geldi onları ama ne çare ki, elde değil. Sevilesi, okşanası, öpülesi yüzleri. Şimdilerde daha çok göresim geldi onları. Makyaj, kozmetik nedir bilmezdi onlar. Devir değişti, insanlar başkalaştı. Türlü türlü illetler, adı bilinmez tuhaf hastalıklar, melankolik ve nevrotik davranışlı insanlar… Sanalın tahakküm ve istibdadı altındayız. Akıllar baştan alınmış, iradeye kapılar kapatılmış.
Gündüz kuşağı bir TV programında görmüştüm; kendisine mikrofonu uzatan ve ölümü soran spikere, “Ay, düşünmek bile istemiyorum!” diyen, gerçeklikten kaçan ya da gerçeğe gözünü kapatan insanların çağı. Antik çağdan bugüne sosyologlar, yaşadığımız çağa isim vermekte zorlanıyorlar. Bilgi çağını yaşıyoruz fakat bunca bilgiye rağmen bilge olamadığımız da bir başka hakikattir.
Merhum mütefekkirimiz Cemil Meriç, “-izmler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir.” der. Kapitalizm; tüketicilerin idrakine geçirilmiş deli gömleği gibi mesela. Kalp ile kafanın, duygu ile düşüncenin birbirinden kopartılması.
Kur’an’ın kanun-u esasisi: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” Yani evrensel hukuk kuralı haline gelmiş olan suçun ve cezanın şahsiliği prensibi. Hem Kur’an sırf adalet değil; kendisine inanan insana aynı zamanda insanlık dersi de veriyor.
Dünya ile olan ilişkimiz iki şeye benziyor: Bir yolcu ve altında gölgelendiğimiz bir ağaç misali. Hali hazırda vaziyet öyle mi? Sanki dünya yolcu, biz kalıcıyız. Halbuki ufkunda güneşin battığı her bir gün, kendi lisanıyla bize, “ben faniyim, geçiciyim.” diyor.
Nasreddin Hoca’nın; “Ye kürküm ye.” söylemi, kıyafetin, içindeki insandan daha kıymettar olduğunu ve libasın hükümranlığını gösteren güzel bir sözdür.
Şu günlerde oldukça meşhur ve gözde bir reklam repliği; “Çünkü, biz buna değeriz!” şeklindedir. Değerini, hanımefendi bir kadın ya da güzel bir insan oluşundan ziyade, boynuna taktığı gerdanlıktan alan kadın imajı. Reklamlar vasıtasıyla toplumu dizayn etme çabası…
Özellik ve güzellik; öyle hemencecik beşerî çabayla elde edilecek bir şey olmasa gerektir. Yunus’un, “Dervişlik olaydı taç ile hırka/Biz dahi alırdık otuza kırka.” yahut “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil/Gönlün derviş eyleyen Hırkaya muhtaç değil.” dediği, fıtrata işaret eden hakikat. Haddi zatında, herkes fıtratı itibariyle zaten özel ve güzeldir; dediğiniz gibi, hüsn ve cemal sahibidir. Hüsn ve cemalin sahib-i hakikisi de onu yaratan Zat’tır (cc). Günümüz insanının bir başka handikapı da temellük davası gütmesidir. Hakiki manasıyla hiçbir şeye sahip olmadığı halde hep, “ben… benim…” demesidir. Bir başkası da kendini beğendirmek, olduğundan başka görünmek çabası.
Tuzaklar, anaforlar ve handikaplar yüzyılı sanki yaşadığımız çağ.
Asrını; “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah!” diyen mübarek insanların yaşadığı Saadet Asrına dönüştüren Nebi’nin (as) izinden giderek; çağa boyasını çalan, çağın mevsimimi değiştiren insanlar vardır. “Acele ettim kışta geldim.” diyen Bediüzzaman bunlardan birisidir. Kendisi kışta yaşamış olmasına rağmen, memleketin müstakbelini bahara çevirmiştir. O asır ile bu asır arasındaki fark, kıyas kabul etmez. İkisi arasındaki fark, aydınlık ile karanlık gibidir.
Bilmek ile bildiğini yaşamak arasında gel-gitlerin yaşandığı; “tebessümün sadaka olduğunu” bilen ve inanan; fakat tebessümü çok gören inançlı insan topluluklarının içindeyiz. Bilginin çok bilgenin azlığı da bir başka şansızlığımız. Kendileri ders almadıkları halde, başkalarına ders vermek.
Din; umumun mukaddes ortak malı iken, dini ve dindarlığı kendilerine mahsus hale getiren; dışındakilere (inançlı insanlar olsa bile) ehl-i küfür muamelesi yapanlar, dine ve dindara muhabbeti, adavete çevirdiler. Bu noktada vebalimiz büyüktür. Burada şunu rahatlıkla söyleyebilirim; dine, muarız ve muhaliflerinden daha fazla zarar veren, belki yüz bin defa, “İslâm, insaniyet-i kübrâdır.” sözünü duyan İslâm’ın müntesibi olanlardır. Kitabın yazarı, işte bunları, olumlu-olumsuz farklı tablolar halinde bize gösteriyor.
Hadisten mülhem, “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü meşhurdur. Kendi dünyamızın yıldızları varken başka diyarların yıldızlarına özenmek. “Men teşebbehe …” gerçeği.
İyi olanlara lafımız yoktur. Dünün yıldızları ne idiyse, bugünün rol modeli yahut idolü de aynı şeylerdi. Dünyamız yıldız, rol model ve idol çöplüğüne döndü. Her sahada mebzul miktarda bunlar olunca bizler hem yönümüzü hem yolumuzu şaşırdık.
Söylenecek o kadar çok şey var ki…
Sözü, kalbin ve vicdanın bamteline dokunan Fuzuli’ye bırakarak bitirelim:
“Derdime vâkıf değil canan beni handan bilir,
Hakkı vardır şad olanlar herkesi şadan bilir.
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil,
Çektiğim âlâmı bir ben birde Allah’ım bilir.”
Selam ve muhabbetle kalın.