İçtimai hayatımızın önemli bir alanını işgal eden iktisat / ekonomi, şimdilerde, insanları kendisiyle en çok meşgul eden, en çok konuşulan konuların başında gelmektedir. En basit tanımıyla, mal ve hizmetlerin fiyatındaki artış olup, hayatı pahalandıran ve canavara dönüşen enflasyon; insanların sadece beden midesine giren gıdanın ötesinde, dünya hayatının lazımı olan maddiyat ve menfaate odaklandığımızdan, maalesef, gözden kaçırılan bir başka önemli husus da canavarlaşan enflasyonun maneviyatta yaptığı tahribattır. Bediüzzaman’ın “Menfaat üzere dönen siyaset canavardır.” (Mektubat) sözündeki “siyaset” lafzını, bilinenin dışında, ekonomik ve sosyal yönetim, sistem, rejim manalarında da ele alabilir, toplum hayatının farklı alanlarına teşmil edebiliriz. Malum; “canavar” vahşiliğin, hırsın, ihtirasın, hak-hukuk tanımazlığın, haram-helal demeden yutmanın metaforik ismidir. Hangi sistem, yönetim anlayışı veya idare tarzı ne olursa olsun, Hutbe-i Şamiye’de dikkat çekildiği üzere, İslam dünyasının altı hastalığından bir olan “Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.” sistemi ahtapot gibi sardığı vakit, eninde sonunda müntesiplerini yutacak hale gelerek canavarlaşması kaçınılmaz olur.
Her tohum yahut çekirdek kendi meyvesini verir. Hayatı pahalandıran enflasyonu bir tohuma benzetirsek, memleket tarlasına ekilen zakkum-misal bu tohum, kendi meyvesini ‘canavar’ şeklinde vermiş; uzayın, her şeyi yutan kozmik canavarı kara delikler gibi toplumun maddi ve manevi hayatını kemirerek, iktisadi ve içtimai hayatta sınıflar arasında dengeyi bozmakta, bireylerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği gibi toplumsal anlamda ekonomik krizlere, sosyal kargalara, sebep olmaktadır. “Ipsos araştırmasına göre Türkiye’de yaşayanların yüzde 61’inin akıl ve ruh sağlığının kötüye gittiği” tespit edilmiş. “2023 yılında 65 milyon 451 bin kutu antidepresan kullanılmış.” Ve “2023 yılı Dünya Mutluluk Endeksi’nde Türkiye 137 ülke arasında 106’ncı olmuş.” (Yeni Asya, 27 Mayıs 2024) Acı gerçekler. Mücbir sebepleri bir tarafa bırakırsak; insanın kendi eliyle yaptığı, başkasının hak ve hukukunun gasbına sebep olan kötülüklerin ve fenalıkların vizr ü vebali ağırdır.
Bediüzzaman, üç düşmanı sayarken cehaletten sonra ikinci sırada fakr u zarureti; ekonomik geri almışlığı, ele muhtaçlığı nazara vermiş, çözüm yolunu göstermiştir. İnsanların fakr u zaruret -muhtaçlık- hali; öyle hafife alınacak, görmezden gelinecek, basit bir hayat pahalılığı deyip geçilecek mesele değildir. Zira ihmal edilen bu meselenin sadece ekonomik değil; ciddi anlamda psikolojik ve sosyolojik sonuçları olmaktadır. Bu sonuçlara ve neye mal olacağına dikkat çeken Bediüzzaman, “Bütün ihtilal, fesat ve ahlâk-ı rezilenin kaynağı şu iki kelimedir: Birinci kelime: Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne? İkinci kelime: İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.” Bu noktada zekâtın önemiyle faizden uzak durulması meselesi üzerinde ısrarla durur.
Bir tarafta lüks, israf ve şatafat; diğer yanda derd-i maişete düşenler.
Bir yanda tokluk öte yanda açlık sınırları içinde yaşayanlar,
Bir yanda keyif sürenler beri yanda zahmet çekenler.
Sosyoekonomik nizamı /sistemi ayakta tutan muvazenedir/dengedir. Bu denge bozulduğunda;
• Sosyal anlamda kaos, ihtilal,
• Toplumsal kargaşa, fitne, fesat,
• Ahlâkın bozulması, manevi değerlerde erozyon, toplumsal yozlaşma gibi sarsıcı olumsuzluklar baş göstermeye başlar.
Geri kalmışlığımızı öteden beri inatla İslâm’a fatura edenlerin aksine Cemil Meriç, meseleyi daha geniş açıdan ele alarak şöyle der: “Osmanlının çöküşü ekonomik ve sosyal sebeplerdendir, İslâmiyet’in bunda hiçbir rolü yoktur.” (Sosyoloji Notları) Zaten din-i Hak (İslâm), beşerin içtimai hayatından zulmü ve adaletsizliği imha; hürriyet, adalet, kanun önünde müsavat/eşitliği ihya için gelmiştir. Hem toplumsal hem ekonomik hayat için kanun-u esasi / anayasal hükümler koymuştur. Bunlar göz ardı edildiği vakit, insanlık canavarlaşan bir sürece girmiş olur. Mesela, Fransız ihtilaline giden süreçte, Marie Antoinette’e atfedilen fakat söyleyip söylemediği şüpheli darb-ı mesel haline gelmiş, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” sözü; halktan kopuk, halkın yaşadığı fakr u zaruret halinden bîhaber, halkın derdine karşı duyarsızlığın bir ifadesi olarak tarihe geçmiştir.
“Tarih değil; hatalar tekerrür ediyor/eder.” diyen, gaileli bir zamanda Devlet-i Aliyye’nin başındaki bir sultandır. Ders almak için tarihi malzemeye ve kaynağa fazlasıyla sahibiz. Ekonomik bir olguyu, gulyabani misali canavara dönüşmeden, milletin maddi ve manevi hayatına musallat olan bu ifriti doğuran sebeplerin ve ortamın oluşmaması için azami gayret göstermek gerekir. Bu vazifede yetki de mesuliyet de öncelikle iki sınıfa aittir: Birincisi, ümera/yönetici, ikincisi ulema/ilim insanları. Zira halk, bu iki sınıfı ya takip eder ya taklit…
**