“İdaresi bozuk memleketler ışıksız odalar gibi sıkıntı verir, bunaltır.”
(Ahmet İhsan Genç, Kuş Sütü 1)
“Işıksız Odalar” serlevhasını; eski bir nur talebesi olup nur kaynağından beslenen merhum Ahmet İhsan Genç’in (1930-2020) Kuş Sütü 1 isimli eserindeki veciz ifadesinde geçen tabirden ödünç aldım. Okuyunca akla gelen ilk ve zahiri mananın ötesinde, benim zihnimde farklı çağrışımlara kapı araladı. Bu çağrışımları Risale-i Nur mizanlarıyla değerlendirmek istedim. Teşbihte hata olmasın, şöyle ki: Bedenimizi haneye ve letâifimizi (kalbe bağlı duyguları) odacıklara benzetirsek, inancın ve imanın nurundan ve ışığından mahrum kalan hane ve odacıklar, fıtratına yani yaratılış gayesine uygun tarzda işlev yapamaz hale gelecek, karanlık odacıklara dönüşecek; sonuçta da pek tabii olarak sahibine sıkıntı verip onu bunaltacaktır. Işıksız evleri kimse mesken tutmaz, karanlık odalarda kimse oturmaz.
Mesela, doğruyu eğriden ve insanı sair canlılardan ayıran akıl; kendi kafa fenerine itimat edip, imanın ve vahyin ışığına karşı müstağni davranırsa hem sahibi hem başkaları için meşum/kötü ve uğursuz bir cerbeze/demagoji aleti haline gelir.
Mesela, Allah’ı (cc) anmakla mutmain olan ve huzur bulan kalp; iman ışığından mahrum bırakılırsa, bir müddet sonra kararacak, sahibini bunaltan, sıkıntı veren, taciz eden bir duygu haline gelecektir.
Mesela, yapılan iyilikten haz, kötülükten elem duyan ve şuurlu bir fıtrat olan vicdan; inancın, imanın ışığından uzak kaldığında, sahibine vicdan azabı yaşatan bir cihaz haline gelir. Öyle bir azap ki, kişiyi intihara kadar sürükleyebilir.
Mesela, insanın eline bir ölçü birimi olarak verilen ene-ego yani ben-benlik; keza imanın ışığından beslenmez ise, asrımızın insan egosunu şişiren egoizm tuzağına mağlup olup firavunlaşma tehlikesine maruz kalmakla kalmaz, sahte ilahlık davasında bile bulanabilir.
Mesela, “Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.”
Birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye,
İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,
Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.” (İ. İcaz) Bu kuvvetlerin ifrat halinden, insanı insanlığından utandıracak nice zulümler çıkar ve çıkmıştır. İşte şu üç kuvvetin denge ve denetimi, kuvve-i maneviye dediğimiz manevi gücün kontrolünden çıktığında, kişinin habis ruh sahibi olmak ihtimali vardır.
Evet, “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” (23. Söz) Bu sözü her okuduğumda aklıma, Çanakkale harbinde, Mecidiye Tabyasında 200 küsur kiloluk top mermisini namluya sürüp, İngiliz Ocean zırhlısını batırarak tarihin ve harbin seyrini değiştiren kahraman Savranlı Seyit Onbaşı gelir. Sanki hakikati ifade eden şu sözün tecessüm etmiş/cisimleşmiş halidir Seyit Onbaşı. Anadolu’nun hürriyet ve istiklal mücadelesinde Seyit Onbaşı ve emsali kahramanlarımıza, Bediüzzaman Hazretleri gibi manevi mimarlarına binler minnet ve rahmet duası etmek bizim vazifemiz, onların da hakkıdır.
Velhasıl; imanın ve inancın ışığı hem dünyevi ve uhrevi hayatımızın yolunu aydınlatan hem zamanın hadiselerine karşı bize manen güç ve kuvvet veren nihayetsiz İlahî bir kaynaktır. Bu kaynaktan yüz çevirmek veya müstağni davranmak akıl sahibi insanın kendini karanlık bir meskene ve odaya hapsetmesi demektir. Nur varken karanlığı hiç kimse tercih etmez.
**