“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.”
(Yunus Emre)
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.”
(Hucurat,13)
Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde bu ayeti kerimeyi, teârüf / tanışma kelimesi üzerinden şöyle izah ediyor: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım ta birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir.” Teârüfün çift taraflı bir işlevi vardır: tanımak ve tanınmak.
Farklı milletlerden olmak ya da farklılıklar, adavet/düşmanlık ya da inkâr sebebi değildir. Bilakis; dahilde ve hariçte tanışma, yardımlaşma, dayanışma, milletlerarası diplomatik ilişki, sosyoekonomik iş birliği, iş ortaklığı, ittifak, ittihat ve hatta sulh-u umumi dediğimiz dünya barışını temin ve tesis vesilesi ve vasıtasıdır. Böylesine güzel ve güçlü bir vesileyi kötüye kullanmak maslahat / fayda değildir. “İnsan, medeni-i bittab olduğundan ebnâ-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükelleftir.” (Bediüzzaman) Bilhassa mümin insan, kendisiyle birlikte hemcinsinin hak ve hukukunu gözetmeye mecburdur ki bunun en başında, insan ve sair canlıların hak, hukuk ve hürriyetleri gelir.
Bediüzzaman, “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider.” der. Bu kural, şahsi hayatta geçerli olduğu gibi toplumsal hayatta da geçerlidir. Mizaç hem bireyin hem toplumun genetik kodu, imtizaç da bağdaşma, uyuşma ve kaynaşmadır. Bediüzzaman’ın kullandığı dikkat çekici orijinal kavramlardan bir başkası da “İmtizaçkârâne ittihad” olup; sosyal hayattaki uyumu ve kaynaşmayı, yani toplumsal bütünleşmeyi ve birlikteliği ifade eder. Toplumsal düşünce ve duygu birlikteliği de desek yanılmış olmayız. Bu anlamda Hz. Mevlâna, “Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler” demiştir. Keza Mehmet Akif’in şiirinde dile getirdiği, “Yüreklerin toplu vurması” da aynı gerçeğe işaret eder.
Toplumun ayrışmaya değil bütünleşmeye ihtiyacı vardır. Birlikteliği temin ve tesis eden imtizaçkârâne ittihat gittiği vakit, sosyal hayattaki uyum da gider, uhuvvet ve muhabbet yerini husumet ve adavete bırakır. “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat,10) Mümin insan, aynı Kudret-i Fâtıra’dan / Yaratıcı Kudret elinden çıkan, özelde inan insanlara genelde varlık alemine “mehd-i uhuvvet / kardeşlik beşiği” nazarıyla bakar. Toplumsal bütünleşme ve toplumsal barışa giden yol da teârüf denilen tanışmadan geçer. Bediüzzaman bu meseleyle ilgili Sadi Şirazi’nin bir sözünü hatırlatır: "İki cihanın rahat ve selametini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir." (Mektubat) Muaşeret ve muamele hem bireysel hem toplumsal ilişkilerde tavır ve davranışımızı ifade eden iki kelimedir. Bu iki kelimeyi güzelleştiren ise diğer iki kelime de mürüvvet ve barıştır ki; dosta karşı mert, iyilik ve ikram sahibi olurken, düşmana karşı barış yanlısı olmak. “Beri gel barışalım yâd isen bilişelim.” diyen Yunus, bize, “barışmak” ve “bilişmek” eyleminin, “teârüf / tanışma” denen yoldan geçtiğini hatırlatmaktadır. Özellikle beşerî/insani ilişkilerin iyice zayıfladığı, insanların yalnızlaştığı, ayrışmanın, dünya yükünün ve derd-i maişetin / geçim derdinin iyice arttığı, yüzlerde mutluluk tebessümünün azaldığı; mürüvvet ve muhabbet, uhuvvet ve barıştan ayrı düşmüş, eli farklı çalışan, dili farklı konuşan, inanç zaafiyetiyle malul günümüz insanı, şu mehasin / iyilik ve güzelliklere o kadar muhtaç ki. Kime dokunsak, “bin âh” işitiyoruz.
Yunus misali, “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.” diyerek yapacağımız davetin önünde Çin Seddi duran manialar da yok değil. Harice atfı nazar yapmadan çok önce, en evvel, bu daveti yapanların, bizzat bu davetin canlı örneği yani eliyle ve diliyle rol model bir Mümin İnsan olması elzemdir ki, karşı tarafta bu çağrı hüsnü kabul görsün. Mesela, hâlâ gerçek anlamıyla tanış olamamış, kendi aralarındaki işleri kolay kılacak ittifak ve ittihadı ve barışı tesis edememiş İslam dünyasının hal-i hazırdaki durumuna bakınca; tembellik, ihmalkârlık ve lakaytlığımızın boyutlarını ve nelere mal olduğunu görüyoruz. “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din, dahilde menfi tarzda istimal edilmez.” (Sünuhat) diyen Bediüzzaman, söylem ve eylemde nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini ihtar ediyor. Maneviyatta kimseye muhtaç değiliz. Mesele, iyilik ve güzelliklerin yokluğu değildir. Sorun, bunları bireysel ve toplumsal hayatımıza tatbik edemediğimiz zaman başlıyor. Başkalarına hem söylemde hem eylemde öncü, örnek ve rol model olabilecek aktif, canlı bir yaşantı ortaya koyduğumuz söylenemez.
İki olay anlatmak istiyorum: Birincisi, emniyette hizmet etmiş, fevkalade İslâmî hassasiyeti olan bir dostum, yolda karşılaştığı bir tanıdığının kendisine söylediği acı ama gerçek bir ifadeyi aktarmış: “Ateistler, Müslümanlara haramı öğretiyor.” “Benî Adem’in en eşrefi, ehl-i hak ve hakikat olan doğru Müslümanları” (Muhakemat) rencide eden şu söz, bizi ikaz edici bir hakikate işaret ediyor: İslam’ı fiillerimizle gösterememek. Bilmek ayrı bildiğini yaşamak ayrıdır. Haramı ve helalı bilmeyen Müslüman yoktur. Sorun, bildiği ve inandığı halde o şeyi “çıkarına uygun” şekilde suistimal ya da istismar etmesidir.
İkincisi, geçen gün şehrimizin büyük bir camiinde vaiz efendi, oruçla ilgili konuşurken, “Namazsız oruç olmaz!” deyip kestirip attı. Oruç; namaza nazaran daha zahmetli bir ibadettir. Oruç tutan ve fakat bir sebepten dolayı namaz kılamayan bir insan bu söz karşısında şöyle düşünebilir: “Madem namaz olmayınca oruç da yokmuş, o halde niye oruç tutayım?” Maalesef, “özendirme ve korkutma” meselesinde muvazene/denge korunamadığından insanlar şüphe içinde kalıyorlar. Bediüzzaman bu konuda, “Vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin hüsufuna sebep olmuşlardır.” (Muhakemat) der. Ve yine dikkatimizi çektiği, “imale/meylettirme”, “iltizam/ kendisi için gerekli görme” ve “ihtar etmek/uyarmak” söylemi, eylemle canlı bir örnek olarak sergilenmeli ki, bireye ve topluma yansıması olumlu olsun.
Yanlış anlaşılmasın, kusur hak ve hakikatte değil; onu hakkıyla ve kâmil manada temsil edemeyen bizdedir. Öyle olunca, başkaları bize bakıp, hak ve hakikate kamet-i kıymetine uygun ve “müstahak olduğu/hak ettiği hürmeti” ve yaklaşımı gösteremiyor.
**