“Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler.”
(Hayâlî)
Bu sözden mülhem diyebilirim ki, içimizde nice küçük güneşler vardır lâkin çoğu zaman farkında bile olmayız. Fâtır-ı Hakîm (Hikmetle Yaratan), küçük bir kâinat olan insanın içine, maddi alemdeki güneşe benzer, adı İslâm olan hem nur hem kuvvet kaynağı bir güneş yerleştirmiştir. Bu; İslam fıtratı üzerine yaratılan her bir insanın içinde, doğuştan bir güneş taşıyor demektir.
Bediüzzaman da İslâm’ı güneş metaforu ile anlatmış, İslâm’ı güneşe benzetmiş; “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” demiştir. Neden güneş metaforu diye düşünmüşümdür. Zannediyorum, hak dini en iyi anlatabilecek bir metafor bulmak lazımsa, bunun, güneş olması gerekir. Dünyanın kandili ve sobası olan güneşimiz; canlı-cansız varlık arasında hiç ayrım yapmadan dünyada hepimizi ışık ve sıcaklığı ile kucaklamış, sarıp sarmalamıştır. Hem ışık verir, aydınlatır lambamız hem ısıtır sobamız hem pişirir ocağımızdır. Üstelik bu hizmetler meccanendir.
Nasıl ki maddi âlemdeki güneşi söndürmek hiçbir beşerin gücü dahilinde değildir öyle de manevi âlemdeki İslam güneşi denilen hak ve hakikati söndürmek katiyen mümkün değildir. Hem kafa gözümüzü güneşe karşı kapasak bile, doğamıza / fıtratımıza yerleştirilen fıtri İslam güneşi, iç dünyamızı tenvir etmeye/aydınlatmaya devam edecektir. Madem öyle, İslam güneşini iç dünyasında taşıyan ve yaşayan insanlar, içtimai hayatta beraber yaşadığı diğer varlıkları da bu güneşin ışık ve sıcaklığından ve kuşatıcılığından faydalanması için “fiilleriyle göstermek” (temsil ve izhar etmek) suretiyle hissedar etmeleri gerekir ki sair insanlar da İslam güneşinin farkına varsınlar, ondan yararlanmak için istek ve iştiyak duysunlar.
Teşbih ve temsille anlatım tarzı, Kur’anî ve Nebevî (as) bir metot olup, Bediüzzaman da eserlerinde dünya, hayat, ölüm, insan, iman, İslam gibi hakikatleri izah ederken aynı yolu takip etmiştir. Sözün burasında; Hz. Mevlâna’nın herkesçe bilinen meşhur ve hikmetli öğüdünde de teşbihler kullanılmıştır ki, meseleyi zihinlerimize yaklaştırmakla anlaşılması kolay olsun.
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
”
Hikmetli sözdeki teşbihler, birbirleriyle uyumlu, birbirleriyle imtizaç etmişler. Güneş teşbihi ile İslamiyet de aynen böyle birbiriyle imtizaç etmiştir. Zira her ikisi de ihata edici/kuşatıcıdır. Hz. Mevlâna asırlar ötesinden bize, bugün şiddetle ihtiyaç duyduğumuz ve adeta mumla aradığımız şeyleri söylemiştir. Hele son maddedeki “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.” ifadesi, özden ziyade kabuğun tercih edildiği, riyanın itibar gördüğü şu şov ve slogan çağında ne kadar da ehemmiyetlidir.
Mesela, sıdk / doğruluk güneşi: “Olduğu gibi görünmek” yahut “göründüğü gibi olmak.” Güneşin batması demek, karanlığın basması demektir. Öyle de içimizdeki sıdk güneşini söndürdüğümüz vakit insan, kizbin / yalanın karanlığında kalmaya mahkûm edilmiş olur. İçimizdeki sair güneşleri de buna kıyas edebiliriz. Sıdk güneşini eylem ve söylemiyle izhar eden / gösteren Bizim Yunus, senelerce hizmet ettiği dergâha hiç eğri odun getirmemiş, insanlara eğri-büğrü söz söylememiştir.
Mesela, kuvve-i maneviye / güç kaynağımız iman güneşini söndürdüğümüz zaman, inançsızlığın zifiri karanlığında hem kendi yolumuzu şaşırır hem başkalarının şaşırmasına sebep oluruz. Gözlerimiz, iç dünyamızın dış dünyaya açılan pencereleridir. Sâni-i Hakîm’in (Hikmetli Sanatkâr) muhteşem / ihtişamlı, müzeyyen / süslenmiş, murassa / kıymetli taşlarla bezenmiş eserlerini yerküre denilen teşhir salonunda temaşa etmek için göze ve ışığa; tefekkür için de iman güneşine ihtiyaç vardır. Güneş, göz, iman üçü aynı noktada ittifak edince, hak ve hakikat “aynel yakin” tezahür eder, ortaya çıkar, kendini gösterir.
Özetle; maddi alemdeki güneşimizin yokluğu maddi hayatın yok olmasına sebep olduğu gibi iç dünyamızdaki güneşleri kendi elimizle batırırsak, cismani hayatımız devam etse bile manevi hayatımız farkında olmadan bitebilir. Hem insan sırf bedenden ibaret değildir, cihazat-ı maneviyesine lazım olan levazımatı asla ihmal etmemelidir.
**