“Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren “müsavatı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.”
(Bediüzzaman, 22. Lem’a)
Akademisyen bir dostun gönderdiği bir videoyu izledikten sonra zulüm ve istibdatı yani diktatörlüğü yazmaya karar verdim. Videoda, Suriyeli bir kadın, Suriye’deki bir hapishanede kendisine ve diğer kadınlara yapılan, zalim bir babadan oğula tevarüs eden zulüm damarıyla yapılan insanlık dışı işkenceleri anlatıyor. Ve medyada gösterilen, insan hakları kuruluşlarının “insan mezbahası” dedikleri, Şam’daki Sednaya hapishane ve zindanlarında, aklın ve vicdanın kabul etmeyeceği işkence altında akıl, beden ve ruh sağlığını ve konuşma yetisini kaybeden, ömürlerini tüketen sair mahkûmları görünce insan, “Bu nasıl bir insanlık?” demeden edemiyor. Videoyu izleyen bir başka dost da “Kardeşlerine bunları yapan Müslüman mı?” diye sormuş. Katiyen şunu bilmeliyiz ki, kardeşlerine bu vahşeti reva gören bırakın Müslüman olmayı, “insan” bile olamaz. Zira İslâmiyet, insaniyet-i kübradır. Bu vahşetin izahı ancak Bediüzzaman’ın “şu asrın bir düsturu” dediği sözle izah edilebilir: Eşedd-i Zulüm ve Eşedd-i İstibdat.
“Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir.”
(İ. İcaz)
Evet bu fıtrî kuvveler kontrol altına alınmadığı takdirde, insanı insanlığından utandıran vahşetler ve cinayetler işlenmektedir. Bunun çaresi ve reçetesi, Risale-i Nurlarda beyan ve izah edilen imanî hakikatlerdir.
İsrail’in Gazze’de dünyanın gözü önünde yaptığı soykırımı konuşurken ardından İslâm coğrafyasında ve İslâm beldesi Suriye’de bir başka vahşet ve dehşete şahit olduk. Altmış küsur sene, sırtına sosyalizm denen “deli gömleği” geçirmiş, hayata ve akla düşman bütün diktatörlükler gibi sosyalist Baas diktatörlüğü ve diktatörleri de dünya kamuoyunu yıllarca yalanlarla aldatarak, halkını demir yumrukla yönetmiş, cebir, şiddet ve vahşet uygulamıştır. On üç sene boyunca ülkeyi yangın yerine çevirip yakıp yıktıktan sonra bu zalim diktatör, bir başka diktatörün -varsa- insafına sığınmak üzere Rusya’ya kaçmıştır. “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübra’ya bırakılıyor.” (Sözler) Zalim diktatörler hesap vermeden bu dünyanın mahkemelerinden kaçsalar bile, İlahi adaletin tam tecelli edeceği Mahkeme-i Kübra’dan kaçmaları katiyen mümkün olmayacaktır.
Günümüzden 113 sene önce 1911 yılında Bediüzzaman, Şam Emevî camiinde verdiği Hutbe-i Şamiye’de İslâm dünyasını işgal eden üç düşmanı (1.Cehalet, 2.Sefalet, 3.Tefrika) ve yakalandığı altı dehşetli hastalığı (1. Ümitsizlik, 2. Yalancılık, 3. Adavet, 4. Bencillik, 5. İhtilaf, 6. İstibdat) tek tek saymış, çözüme dair Kur’anî ve Nebevî (as) reçeteyi sunmuştur. Bu Nebevî (as) sese kulaklarını tıkayan, Kur’anî reçeteye gözlerini kapatan İslâm coğrafyası, aradan geçen bir asırdan fazla bir zamandan sonra tecessüm etmiş /cisimleşmiş bir vahşet ve dehşetle uyanmıştır. Sârî /bulaşıcı hastalıklara müptela dünyamız, inşallah, şu vahşetten ders alıp tez vakitte her türlü diktatörlük ve diktatörlerden kurtulma azim, gayret ve iradesini gösterip kurtulurlar. Zira İslâm âleminde bu zalim müstebitlerin yaptığı zulüm ve vahşet, İslâm’ın emri değildir. Adaleti emreden İslâm, yeryüzünde zulmü ve istibdatı bitirmek için gelmiştir. Şaşılacak ona şu ki, zulüm ve istibdatın Müslüman dünyada kendine yer bulabilmiş ve hükmünü -hâlâ- icra ediyor olmasıdır. Bu coğrafyada cehalet ve taassubun, sefalet ve tefrikanın istila ettiği siyasi, iktisadi ve içtimai hastalıkla malul ortam, zalim müstebitlerin zulümlerine müsait bir zemin hazırlamıştır.
Mesela, 2013’de bir suikast sonucu şehit edilen Suriyeli tanınmış âlim Ramazan el-Butî, bir konuşmasında demiş ki, “Davetçi insanlar arasında silâha sarılmadan, şiddet kullanmadan dava yürüten bir insan yok. Kendileri ile devlet ve siyaset arasındaki dengeyi kuramıyorlar. Ya siyasete girip kendilerini kaybediyorlar. Ya bir şekilde silâha sarılıyorlar. İki taraftan biri zarar görüyor. Ya çatışacak ya da siyasete girip onlar gibi olacak; o zaman da irşad vazifesi yok olacak tabiî. Demek onlar bir örneğe muhtaçtır. Örnek de Üstad Bediüzzaman’ın metodudur.” (Yeni Asya, 11.12.2024)
Mesela, Suriye Diyanet İşleri eski Başkan Vekili İbrahim Nakşibendî de “Kâbe Merkezli Bir Ortadoğu” panelinde demiş ki: “Risale-i Nur, bütün İslâm dünyası için kurtuluş reçetesidir. Bediüzzaman’ın yolunu takip etmek, özellikle aklı ve gönlü nefsanî duygulardan uzak duran kişilerin işidir.” (Yeni Asya, 11.12.2024)
Dosta ve düşmana karşı müsbet hareketi tavsiye eden Bediüzzaman, Şirazlı Sadi’nin şu sözlerini nakleder: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf kazandırır: Dostlarına mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele.”
Tarih değil, hatalar tekerrür edermiş. Şu hatadan birisi de “Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane affetmesi ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse ona bir nevi taraftar çıkmasıdır.” (K. Lahikası)
Dua edelim ki, dünyanın yeniden şekillendiği, “riyaset-i şahsiye / tek adamlık” ve “rey-i vahid / tek görüşü” reddeden, hürriyet ve ittifaklar asrı olan bu çağda, özellikle âlem-i İslâm’a musallat olmuş tüm diktatörler ve diktatörlükler bir daha dirilmemek üzere insanların zihin ve fikirlerinden sökülüp tarihin çöplüğüne atılsın; dünyadaki bütün milletler sulh-u umumi/ dünya barışı dairesinde adalet, eşitlik, hürriyet, demokrasi, meşveret/ ortak akıl, kanun hâkimiyeti, maddi-manevi huzur ve mutluluğun hükümferma olduğu bir dünyada yaşasın.
Yazımızı milyonların gönlüne taht kurmuş bir gönül sultanı olan ve zulmü dikene benzeten Hz. Mevlana’nın sözü ile bitirelim: “Adalet; ağaçlara su vermek, zulüm; dikeni sulamaktır.” Evet, Gül koklamak istiyorsak gül fidanları dikmeliyiz.
**