Malum; düstur ilke ve prensip, destur da izin, müsaade manasındadır. Düsturlardan muradımız, bütün müşkülleri hal ve şerh eden Kur’anî ve Nebevî (as) prensip ve ilkelerdir. Yoksa, beşerin kendisi gibi nakıs / eksik dimağından doğmuş, zamanın eskittiği düsturlar değildir. Hele, merhum münevverimiz Cemil Meriç’in “deli gömleği” olarak isimlendirdiği -izm’ler hiç değil. Zira, yine merhum, “İdeolojiler de kilise gibi yobaz yetiştirir.” der. Eğer bu düsturlar hak ve hakikate yaslanıyor, oradan besleniyor ve özünde hikmet barındırıyor ise kabulümüzdür; alıp kullanırız. Zira hikmet, bizim yitiğimizdir.
Nebevî (as) beyanda “Mümin için zindan olan” dünyayı Bediüzzaman, “dalgalı bir harp meydanına benzeyen…” şeklinde vasıflandırmıştır. Risale-i Nurların her yerinde hayatımızı anlamlı kılan, hayatımıza değer katan o kadar çok mühim ve kıymetli düsturlar vardır ki. Keza eski dönem eserlerinden Reçetetü’l Avam diye adlandırılan Münazarat’ta, sosyal hayatımızı hemen her alanını yakından ilgilendiren pek çok İslâmî düsturların dersi ve reçetesi verilmiştir. Onların sadece birkaç tanesini ciddi anlamda hayatın pratiğine dökebilsek, şahsi ve toplum hayatımızın hemen her sahasında (siyasi, ekonomik ve sosyal alanında) kolaylıklar ve olumlu yansımalar olacaktır. Fakat buna mâni olan haller de pek çoktur. Evet, Yirmi Birinci Lem’a ki, İhlas Risalesi olarak bilinen ve on beş günde bir okunması tavsiye olunan risalede, “İhlas düsturunu kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için” düsturlar verilmiştir. İkaz şudur: “Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.” Başta; nefis, insanî ve cinnî şeytanlar, bugün insanları esir almış materyalizm ve menfaat gibi. Şu düsturlar sadece cemiyetin belli bir grubu için değil; insan cemiyetinin bulunduğu her yer için geçerlidir, lâzımdır ve lüzumludur. Zira “umur-u hayriye” denilen hayırlı işler, inansın inanmasın her bir insanın menfaatinedir. Ve keza hayırsız işler de herkesin aleyhine ve zararınadır. Avam lisanında, düstursuz adama aynı zamanda destursuz adam da denir.
Bugünkü ahvalimize nazar ettiğimizde, Bediüzzaman’ın bütün mesaisini iman üzerine teksif etmesinin mühim bir sebebi olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü inançta arıza olunca pek tabii olarak bu arıza kişinin amel, iş ve fiillerine de yansımakta yani özetle, eylem ve söylemde de problemler çıkmaktadır. Hal-i hazırdaki karışık ahvalimiz bunun kanıtı mahiyetindedir. Mehmet Akif’in Batı’yı seyahatten sonra Avrupa’yı tarif etmesi misali: “İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi.” Şu itiraf, Batı için şaşılacak Doğu için acınacak bir durumdur!
Mesela, günümüzün cihadı, cihad-ı manevîdir; ilimle ve elmas kalemlerle yapılır. Bu bir düsturdur. Kılıçlar kınına gireli bir asırdan çok zaman geçmiştir. Bugün, bu düsturu ihlal edip kılıç (ki, ‘kılıç’ bir sembol olup, usûl ve yöntemin adıdır) kullananlar, başkalarının hak ve hukukunu ihlal etme ihtimali çok yüksektir. Hem başkasının hukuku çiğnenerek hak dava edilmez. Bütün hürriyet kahramanları, hürriyet mücadelesi verirken gayrın da hukukunu savunmuş ve korumuşlardır. (Bediüzzaman, Gandi ve Mandela örneği.)
Mesela, “Hayat mücadeledir.” düsturunu kendilerine rehber edinenlere Bediüzzaman, “Evet, düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki 'Hayat bir cidaldir.' diye eblehane hükmetmişler." der. (Otuzuncu Söz) bu “eblehane hükme” mukabil hayat, tesanüt / dayanışma ve teavün / yardımlaşma ile hayat bulur, anlamlı hale gelir, kolaylaşır. Cidal/mücadele düsturu; olsa olsa sırf maddeci, yalnızca materyalist ve sadece menfaatçi bir cereyanın düsturu olabilir. Hak ve hakikat böyle bir düsturu kabul etmez.
Mesela, günümüzde tam tersi uygulanan bir düstur da başarının takıma, başarısızlığın kaptana verilmesi gerekirken, bütün iyilik ve hasenatı kaptana verip, takımın hak ve hukukunun gasp edilmesi meselesidir. Düsturun aslı ve esası şudur: Başarı takımın, başarısızlık kaptandır. Toplum hayatının her katmanında bu esaslı düstur terk edilmesi hak-hukuk gasplarını netice vermektedir. Hak hukuk gaspı ise bir anlamda zulümdür.
Mesela, yine günümüzde toplumsal hayatta nifak ve adavete sebep olan, “dahilde kılıç çekilmez” düsturuna riayet edilmemesidir. Cebir ve şiddet ve kasıt içermeyen (ki, ceza hukukunun maddi ve manevi unsurlarıdır), duygu-düşünce anlamında muhalifine veya muarızına ehl-i küfür muamelesi yapmak, şu düsturun olumlu yansıma ve semerelerine mâni olmak ve adavete kapı aralamak demektir.
Mesela, müspet /olumlu hareket ve bu harekete yakışan kavl-i leyyin yani vicdanı harekete geçiren yumuşak ve hoş söz hem bireysel hem toplumsal ilişki, diyalog ve iletişimde çok defa göz ardı ettiğimiz mühim bir düsturdur.
Özetle; bir nizam, intizam ve muvazeneye tabi olmak istemeyen düstursuz ve destursuz hayat telakkisi ve nizam/sistem ya da yönetim anlayışının neticesi doğal olarak hayatın siyasi, iktisadi ve sosyal alanlarında yaşayacağımız kriz, kaos ve kargaşadır.
**