“Doğruluk dost kapısıdır”. (Hacı Bektaş Veli)
Yapıcı eleştiri yapanların değişmez mottosu şudur: “Dost, acı (gerçekleri) söyler!”, çünkü hakikati söyler. Tenkidi, acıtmadan ve incitmeden yapabilme becerisi.
“İncinsen de incitme. İnsan dilinin arkasında gizlidir.” der Hacı Bektaş Veli.
Yakmadan ve yıkmadan söyleyebilmek. Zira tahrip kolay, tamir zordur.
Kastımız; sırf kişiye/insana dost olmak değil, aynı zamanda hakka ve hakikate, haklıya ve hakkaniyete ve dahi hikmete dost olabilmek de insana dost olmak kadar önemli ve değerlidir. Sıdk, dostluğun lazımı; dostluk, sıdkın muktezası.
Sadık dost, yalan söylemez.
Sadık dost, iftira atmaz.
Sadık dost, küfür etmez.
Sadık dost, aşağılamaz.
Sadık dost; hakka hürmetsizlik, saygısızlık yapmaz.
Sadık dost, hakkın hatırını âli tutar.
Çünkü sadık dost; samimidir, içtendir, izzeti nefis/onur sahibidir; fena silahlara tenezzül etmez, başkasının izzet-i nefsiyle oynamaz.
Bu kötü silahlara tenezzül etmeden, onları kullanmadan gerçekleri pekâlâ söyleyip yazabiliriz.
Mesela, azıcık güldürerek, çokça düşündürerek; ama yalansız, kara çalmadan yazmakla.
Mesela, izahı mizahla harmanlayarak; fakat küfürsüz, itibar suikastı yapmadan söylemekle.
Mesela, Nasreddin Hoca gibi harika bir örneğimiz de var. Hikâye edildiği gibi zalim bir kişi olan Timur’a, kullandığı peştamala üç beş akçe değer biçerek hak ettiği dersi gayet güzel biçimde, güldürerek ve düşündürerek vermiştir.
Söylemde de eylemde de kemâlâtın yolu doğruluktan geçer. Hacı Bektaş serlevhadaki sözü demiş: “Doğruluk dost kapısıdır.”. Öyle de “Dostluğun kapısı doğrulukla açılır.” ya da “Dost kapısının kilidi doğruluktur.” diyebiliriz.
Hem kötü silahın, yani kem âlâtın kullanana da kötülüğü dokunur. Mesela silah geri tepebilir. O vakit, onu istimal eden zor durumda kalır. Bu fena silahları kullanmanın sebebi ya acizlik ya da tükenmişliktir.
Ya doğruluğu dost edineceğiz ya da dostun doğrusunu. Şakada da mizahta da düsturumuz, sıdk/doğruluktur.
Korkutarak dostluk da muhabbet de olmaz.
Doğamıza/fıtratımıza konulan korku duygusunun temel işlevi, hayatımızı korumaktır.
Hoş, bu duyguyu istimal edenden daha çok istismar edenler vardır.
Bilhassa korku krallığı, korkunun istismarı üzerine inşa edilmiştir.
Mesela, Mehmet Akif, İstiklal Marşı'na, “Korkma!” ile başlarken; Hitler, krallığını (mealen) “Korkun ve itaat edin!” diyerek kurmuştur.
Şair, özgürlüğü ve bağımsızlığı kazanmak için “Korkma!” derken; diktatör, istibdat düzenini kurmak için “Korkun!” demiştir.
Şair, hayatımızı korumak için korkuyu istimal ederken; diktatör, hayatımızı tutsak almak için korkuyu istismar etmiştir. İki farklı insanın korkuya yüklediği iki farklı anlam.
“Korkunun ise mantığı yoktur. Hele bu, daha önce yaşanmış bir korku ise.” der Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları isimli romanında.
İnsanların korku duygusundan en çok yararlanan ve onu istismar edenler ise müstebitler olmuştur.
Hitler’e gelinceye kadar binlerce müstebit korkuyu tabiri caizse tepe tepe kullanmış; bu sayede korku krallıklarını ilan ve ibka etmişler, devamlı kılmışlardır.
Korkunun; toplum katmanları arasında yaşamaya devam etmesi de adavetin ve husumetin varlığına vabestedir. Şöyle ki; adavet/düşmanlık devam ettikçe gerçek anlamıyla muhabbet avdet etmez. “Cem-i zıddeyn muhaldir.” derler. Yani, iki zıt bir arada bulunmaz.
Muhabbetten kastımız; beklentisiz, içten, samimi sevgi ve muhabbettir.
Korkutarak muhabbet de olmaz, dost da kazanılmaz. Belki korku düşmanlık kazandırır. Adavete muhabbet edenlerin düsturu, “Bizimle olmayan bize düşmandır!” (Stalin) sözü olsa gerektir.
Muhabbete muhabbet diyen tarafta saf tutmalı; adaveti baş tacı yapmamalıyız.
Zira, meşhur sözdür: “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker.”
Ayakların suçu nedir ki akılsız başın cezasını onlar çeksin? Başımıza da yazık, ayaklarımıza da yazık.
**