Geçen hafta, sosyal bünyemizin hastalıklı hale gelmekte olduğunu, bize haber veren fıtrî haberciler mesabesindeki sosyal semptomlardan bahsetmiştik. Günümüz insanını kendisiyle en çok meşgul eden konulara bakınca, bu semptomların hayalî değil, gerçek olduğunu ve eğer -zamanı geçmeden- gerekli maddi ve manevi, iktisadi ve içtimai tedbirler alınmaz ise, ölümcül sonuçları olacağını hepimizin bilmesi gerekir.
Mesela, ABD Danışmanlık Şirketi Gallup’un 'Global Emotions' raporuna göre Türkiye, 2024 yılında dünyada sinirlilik sıralamasında ikinci sırada imiş. (Medya) Yani, Türkiye dünyanın en sinirli ikinci ülkesiymiş. Elbette bu sinirlilik hali, bir sosyal semptom olarak şahsi ve toplumsal hayatımızda öfkesine yenik düşen kişilerin şiddeti ve cinayetlerini netice veren vahim bir durumdur. Basit ve kolayca halledilebilecek bir meselede bile insanlar öfke patlaması yaşamakta, küçük bir tartışma ile başlayan küçük bir olay ardından silahlı kavgaya dönüşmekte ve çoğu zaman cinayetle sonuçlanmaktadır. Şu halin pek çok psikolojik, sosyolojik ve daha başka sebepleri olmalıdır. Neden bu kadar “sinirli” hale geldik ya da getirildik? “Sinirlilik” halinin çözümü için bu durumun arka planındaki sebepleri bilmek zorundayız.
“Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman öfkesini yenen adamdır.” Nebevî (as) beyanı, öfkenin fıtrî bir hal olduğuna ve istenirse yenilebileceğine işaret etmektedir. Hem hadis gerçek gücün pazı ve bileğin fiziksel kuvveti değil; öfkeyi yenecek kuvvetin manevi güç olduğunu hatırlatıyor. Yani hadis-i şerif, insanı fenalığa zorlayan “sinirlilik” halinin ilacının “maneviyat” olduğuna işaret ediyor. Zira öfkesini yenmek için insanın zihinsel ve ruhsal güce ihtiyacı vardır. Bunu temin eden de kuvve-i maneviyedir. Bu zamanda günümüz insanı için yapılabilecek en mühim bir hizmet de kuvve-i maneviyeyi takviye edip güçlendirmektir. Ki, zamanın, insanı fenalığa zorlayan hâdiseleri karşısında öfkesine yenik düşmesin.
İşte bu noktada da yine imdadımıza Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar yetişmekte; derdimize işaretle reçetesini sunmaktadır. “İmanın binler mehâsininden/güzelliğinden” bahsedilen 23. Sözün Üçüncü Noktasında Bediüzzaman, “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” der. İman; iç dünyamızı ve dış dünyamızı nurlandıran, vicdanımıza tesir eden ilahi bir güçtür. İnsanı harekete geçiren ve doğasına/fıtratına konulmuş üç temel kuvve vardır: Aklî, şehevî, gadabî. “İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir.” (İ. İcaz) Evet, fıtraten serbest bırakılan bu kuvvetleri önleyecek ve öfkemizi kontrol altına alacak maddi-manevi mekanizmalar olmazsa “zulüm ve tecavüzler” artarak devam eder ve etmektedir.
Osmanlı gibi bir Cihan Devleti’nin çöküşünde iki faktöre dikkat çeken merhum münevverimiz Cemil Meriç, “Osmanlının çöküşü ekonomik ve sosyal sebeplerdendir, İslâmiyet’in bunda hiçbir rolü yoktur.” der. (Sosyoloji Notları) En başta adalet. Zira adaletsizlik öyle yıkıcı ve öldürücü bir semptomdur ki, aileden devlete, mülk adına ne varsa temelinden sarsar. Zaten İslâm da yeryüzündeki adaletsiz firavun düzenini ve zulmü bitirmek üzere gelmiştir. Elbette adalet derken, sadece adlî vakaları ve adliyeyi ilgilendiren olayları kastetmiyor, içtimai / toplumsal hayatımızın her cihetine temas eden adaletten bahsediyoruz.
Mesela, iktisadi hayatta, gelirde ve vergide adalet,
Mesela, sosyal hayatta, her vatandaşın devletin sunduğu hizmet, fırsat ve imkândan eşit şekilde yararlanmasında adalet,
Mesela, barınma ve beslenmede, eğitimde ve sağlıkta adalet…hakeza. Liste uzayıp gider.
Merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı da “Biz Bizi Unuttuk” isimli kitabında, Kanuni dönemini anlatırken şöyle der: “Kanuni, azamet denen mayayı devlete çalmıştır. O azamete ise, adalet sahasında Fatih ile başlayan hukuk anlayışı ve adalet derler.” Azametten kasıt, büyük ve güçlü devlet ise, bunun temel taşı adalet olmak gerektir.
Özetle, “sinirlilik” hali gibi her bir sosyal semptom bizi, kendi lisanı ile uyarıyor, kendimize çeki-düzen vermemizi söylüyor.
**