Hiç düşündük mü, dün olduğu gibi bugün de insanı tembellik döşeğine atıp başlıktaki bu sözü söyleten ne olabilir? Bediüzzaman, bu sözün “istibdatın yadigârı” olduğunu ifade ediyor. Eskilerin istibdat dediğine bugün bizler, diktatörlük diyoruz. İstibdat; kişinin istidat ve kabiliyetlerini öldüren, insan fıtratına aykırı, akla ve hayata husumet besleyen yönetim sisteminin adıdır. Farklı isim, cisim ve giysilerle karşımıza çıksa da “İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez.” hükmünce mahiyeti aynıdır. Bu sisteme hapsedilen insanlar, önce, Allah’ın (cc) bir ihsanı ve imanın bir hassası olan hürriyetini, ardından yetenek ve becerilerini kaybederler. Bu kayıplarla toplumsal hayatın içtimaî/sosyal, iktisadî ve siyasî yönlerinde olumsuz anlamda bozulmalar başlar. Vicdan Zorbalığa Karşı isimli eserinde despotizme karşı vicdanın zaferini anlatan Stefan Zweig, Jean Calvin’in 16. yüzyılda din adına kurduğu diktatörlüğün ülkeyi ve toplumu ne hale getirdiğini anlatır. O kadar ki, Calvinizm diktatörlüğü yıkıldıktan sonra hüküm sürdüğü o bölgede çeyrek asra yakın ilim ve fikir insanı yetişmemiştir. Halen dünyanın diktatörlükle yönetilen ülkelerinin mevcut hali buna en canlı şahittir. Yani istibdat, memleket tarlasını çorak hale getirmekte, bilim ve fikir insanlarının yetişip meyve vermesine fırsat vermeden daha fidan iken budamaktadır.
Bediüzzaman’ın 1911 yılında Şam’da Emevî Camiinde okuduğu, Hutbe-i Şamiye diye bilinen hutbede, İslâm coğrafyasını esir alan istibdat tehlikesine dikkat çekmiş, bundan tam 113 sene önce Müslümanları uyarmıştır:
“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette Kurun-u Vustada (Orta Çağ) durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır.”
Beyan ettiği altı hastalıktan beşincisi, “Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdattır.” Avrupa’nın uzun ve kanlı mücadeleler sonunda kurtulmayı başardığı istibdat hastalığından bizim coğrafyamız yakasını bir türlü kurtaramamış; sömürücü ve istismarcı vahşi kapitalizmin cirit attığı bir meydan, zalimlerin satranç oynadığı bir masa haline gelmiştir. “Kale içten fethedilir.” hükmünce, İslâm coğrafyasının istibdat hastalığına yakalanmasının dahili pek çok sebepleri de vardır. Sanki -bugün bile- İslâm’ın emri yahut telkin ve tavsiyesi imiş gibi görülüp gösterilen, İslâmî bir libas giydirilmeye çalışılan istibdat yönetimlerine sebebiyet veren, başta, hürriyet ve meşveretin, adalet ve hak-hukukun hâkim kılınması konularındaki lakaytlığımızdır. Lakaytlığımızın sebeplerinden biri de kalp hastalığı denilen zaaf-ı diyanettir.
İsterseniz, istibdat meselesini ve neticelerini, daha net ve anlaşılır kılmak için, Münazarat isimli eserde, Bediüzzaman’a “İstibdat nedir?” diye sual edilen soruya verdiği cevabı maddeler haline getirelim. “İstibdat:
1.Tahakkümdür,
2.Keyfi muameledir,
3.Kuvvete yaslanan baskıdır,
4.Tek görüştür,
5.Suistimale müsait bir zemindir,
6.Zulmün temelidir,
7.İnsaniyeti yok edicidir,
8.İnsanı sefalet deresine yuvarlayandır,
9.İslâm âlemini zillet ve sefalete düşürendir,
10. Kinleri ve husumeti uyandırandır,
11.İslâmiyet’i zehirleyendir,
12.Her şeye sirayetle zehrini atandır,
13.Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarandır,
14.Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi sapık grupların ortaya çıkmasına sebep olan bir semm-i katil yani öldürücü zehirdir.”
Şu maddelerden her birisi, bireysel ve toplumsal çapta psikolojik ve sosyolojik sorunlar içeren ve her biri için birer kitap yazılacak hacimdedirler. Bir memleket ve bir millet için, maddeten ve manen zehir hükmündeki böyle mühim bir meseleyi sonuçlarıyla birlikte bu kadar özlü ve veciz bir şekilde beyan, şerh ve izah eden sözden öte ne söylenebilir ki? Evet, bizim coğrafyamız siyasî, içtimaî ve iktisadî hayatının her tarafını zehirleyen bu öldürücü zehirleri bünyesinden atmanın yollarını bulmalıdır.
Yazımızı, Abbasi halifesi Harun Reşid’e verdiği ikaz edici derslerle meşhur olmuş ehl-i hâl Behlül Dânâ’nın hikmetli bir sözü ile bitirelim:
“Duvar, meylettiği tarafa yıkılır.”
**