Cemaat kelimesi, topluluk manasındadır. İslam’da ilk cemaat Mekke’de Erkâm’ın evinde oluşmuş; ilk belirgin ve nizamî cemaat ise, Resûl-i Ekrem’in (s) Medine mescidini inşa etmesiyle meydana gelmiştir. Daha sonra Müslüman cemaatin bulunduğu her yerde bir mescit inşa edilmiş ve mescidin olduğu her yerde de düzenli bir cemaat oluşmuştur. Hatta Resûl-i Ekrem’in (s) ve dört halife’nin, dağda veya düzlükte, namaz kıldıkları her yerde, Müslümanlar tarafından onları hatırlatacak bir mescit inşa edilmiştir. Kuba mescidi, Kıbleteyn mescidi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali mescitleri gibi.
Esasen İslam bir cemaat dinidir. Hatta mescitler olmasa bile, Bediüzzaman’ın ifadesiyle yeryüzü bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minber ve Resûl-i Ekrem (s) bütün müminlere imam olarak kabul edilmiştir. Her mümin (إيّاك نعبد وإيّاك نستعين) dediği zaman, kendisini, Resûl-i Ekrem’in arkasında, milyarlarca Müslüman’dan oluşan büyük cemaatin içinde hisseder. Diğer taraftan, dünyanın yuvarlak olması ve her zaman günde beş vakit namazın kılınıyor olması hasebiyle, dünyada geçen her saniyede bile mutlaka bir namaz kılınmaktadır. Bu açıdan baktığımız zaman yeryüzü büyük bir mescit ve bütün müminler büyük bir cemaat hükmündedirler.
İlk İmam Resûl-i Ekrem’dir (s). Müslümanlar o büyük İmama hem uyuyorlar hem de ona itaat ediyorlardı. İtaat sırrına dayanan bu imam-cemaat ilişkisi, Peygamber’in (s) vefatından sonra da, aynı seviyede uzun müddet devam etti. Daha sonra cemaatler, mescitlerde namaz kılan cemaat ve geniş katılımlı “cemiyet” şeklinde olmak üzere iki kısma ayrıldı. Asr-ı saadette camiler basit yapılıydı, ama cemaatler büyük ve şuurluydu. Bizim zamanımızda camiler süslü ve mükemmel yapıda, fakat cemaatleri hem küçük, hem cemaati oluşturan fertler, ilim ve ibadet şuuru bakımından asr-ı saadetteki müminler kadar güçlü değiller.
Asr-ı saadette cemaati oluşturanlar birbirinin hallerini sorarlardı. Kimin bir eksiği-gediği varsa tespit edilir, fakir ihvanların ihtiyacı giderilirdi. Mescitler adeta mahallelerin kalbi hükmündeydi. Bizim zamanımızda ise, mescitlerin böyle bir fonksiyonu hemen hemen hiç kalmamıştır. Cemaatin içindeki insanlar, zahiren birbirlerine benzeseler de kalpleri muhtelif ve düşünceleri farklı farklıdır. Hatta aynı mescitte namaz kıldıkları halde birbirlerini gıybet eden ve ötekileştiren cemaat mensupları vardır.
Günümüzde bir de dinden ve dindarlardan aldıkları destekle cemaati siyasileştirenler, hatta bir istihbarat örgütü haline getirenler vardır. İşte 15 Temmuz 2016’da bu ülkede darbe yapmaya kalkışanlar, aslında meğerse “cemaat” görünümünde bir istihbarat örgütünün farklı derecelerdeki üyeleriymiş. İşin garip tarafı tanıdığımız cemaatin mensupları darbenin F. Gülen örgütü tarafından yapılmış olduğunu asla kabul etmediler.
İstanbul, Mardin, Rize, Muğla, Van veya Niğde’de bu cemaatin mensubu olanlar ağız birliği yaparak, “Bizim darbeyle ne işimiz olabilir, elimizde silah mı var? Allah darbeyi yapanların belasını versin” diyorlardı. Aslında bedduadaki sözbirliği bile onların dini bir cemaat değil, aynı yerden emir alan bir istihbarat örgütü olduklarını açıkça gösteriyordu. ABD’nin istihbarat örgütü CIA’nın bile giremediği dünyanın 160 ülkesinde 2000’den fazla okulda faaliyet göstermek, Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi kadar para toplamak, öğretmenler ve idareciler tayin etmek bir dini cemaatin boyutunu aşar.
Peki, darbe girişimiyle neyi amaçlıyorlardı? Cevap şudur: Onlar darbe yaparak Türkiye’yi bölecek ve İslam coğrafyasında ilel-ebed bütünlüğün sağlanmaması için zemin hazırlayacaklardı. FETÖ Türkiye üzerinde emeli olan Batılı devletlere istihbarat sağlıyordu. Öteden beri Türkiye’ye karşı casusluk faaliyetleri içinde olan Almanya, İngiltere, Hollanda, Yunanistan, Avusturya ve ABD gibi devletlerle irtibatlı halde olmak ve hala o devletler tarafından destek görmek, dinden kaynaklı masum bir cemaatin işi olamaz.
Hatırlayın, Fethullahçı cemaat darbe yapmakta başarılı olmayınca kendilerinden çok, iplerini ellerinde tutan Batılı devletler şoke oldular. O kadar ki, 15 Temmuz 2016’dan birkaç gün sonra bile Türkiye’ye “Geçmiş olsun” bile diyemediler. Birkaç gün sonra dil ucuyla geçmiş olsun dedilerse de samimi değillerdi.
Bu samimiyetsizliğin en büyük delili, hala Fetöcüleri en iyi şekilde koruyup kollamalarıdır. Üstelik hala “Geçmiş olsun” diyemeyenler de vardır. Çünkü hiçbir Batılı devlet FETÖ’yü terör örgütü kabul etmediği gibi hala oralardaki FETÖ okulları açıktır ve Türkiye’den firar eden Fetöcüler Batı’da özgürce yaşamaktadırlar. Bu bile, 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunanlarının iplerinin Batılı devletlerin elinde olduğunu gösterir.
Bu siyasallaşmış cemaatin Türkiye’ye, fazla konuşulmayan üç büyük zararı daha oldu:
Birincisi ve en büyük zararları halkımızdaki semahat duygusunu zayıflatmasıdır. Halkımız öğrenci vakıflarına ve yoksullara karşı, artık 2016’dan önceki gibi cömert davranmıyor.
İkinci büyük zararı, halkımız çocuklarını, öğrencilere yurt temin eden vakıflara kolay kolay teslim etmek istemiyor. “Bunlar da fetöcüler gibi başımıza bir iş sarabilir” diye çekingen davranıyor.
Üçüncüsü de, bazı insafsız, ilahiyatçılar, siyasiler ve yazarlar, FETÖ üzerinden Nur talebelerine dil uzatmaları ve onları da Fetöcü olarak görmek istemeleridir. Hatta Diyanet’in Risale-i Nurları basmasından oldukça rahatsız olan ve cemaatler hakkında Diyanet’e rapor yazan kötü niyetli bazı ilahiyatçılar, “Asıl bataklık Risale-i Nurlardır. Önce o batakların kurutulması gerekir” diyecek kadar sefil duruma düşmüşlerdir.
Oysa Nur talebelerinin vatandaşlık ve komşuluk dışında FETÖ ile hiçbir alakaları yoktur.