Metin Karabaşoğlu’nun yazısı
editor@karakalem.net
Kur’ân-ı Hakîm, Hz. Süleyman’ın “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk ver” diye dua ettiğini bize bildirir. Çok sevdiği atlarıyla ilgili bir sınanmanın ardından ettiği bu duanın kabul edildiğini ise, onun mazhar olduğu mülk ve mucizeler kadar, ondan sonraki bütün insanlık tarihi boyunca mülk, hükümranlık ve hazine sahibi insanların ona nisbetle anılması bize gösterir. Mü’min dillere yerleşmiş “Hâzâ min fadlî Rabbî / Bu Rabbimin fazlındandır” sözü, kabul edilen duası akabinde Hz. Süleyman’ın söylediği sözdür ve ondan mü’minlere miras kalmıştır.
Başka hiç kimseye nasip olmayan bir mülk, hükümranlık ve saltanattır Süleyman aleyhisselama nasip olan. İnsanların dünyasındaki hükümranlığı bir yana, sair mahlukatı, hatta cinleri de hükmü altında tutan, Hüdhüd gibi kuşları dahi hizmetkârı kılan, karıncaların dahi sözünü anlayan, rüzgâra dahi hükmeden ve ordusunu ona taşıttıran, Belkıs’ın binlerce kilometre uzaktaki tahtını anında yanına getirebilen bir mülk ve hâkimiyeti vardır. Bütün bu varlığın bir sınanma olduğunun; bunu şükürle ve doğru bir şekilde kullanmak, küfran-ı nimetle ve yanlış şekilde kullanmak seçenekleri arasında sınandığının da farkındadır. Ve bu farkındalığı iledir ki, Kur’ân onu “Ne güzel bir kuldu!” diye anmaktadır.
Peki, Hz. Süleyman yeryüzüne yayılmış, sair mahlukatı da musahhar ettiği, hayvanların dilinden anladığı ve onlardan haber aldığı, rüzgâra binip ordusunu sevk edebildiği, uzağı yakın edebildiği böylesi bir hükümranlığı neden istemiştir?
Peygamber kıssaları arasında söz Hz. Süleyman’a ve onun dillere destan mülk ve hükümranlığına gelince, bu soru nedense unutulur. Bu soru unutulduğu için de, bir peygambere nasip olmuş bütün bu mucizeler, âdeta ancak bir ‘gösteri’ gibi gözükür gözlere. Sanki bir Expo fuarına gitmişiz yahut sanki bir Teknofest gösterisi izliyormuşuz gibi; sanki Süleyman aleyhisselam ne kadar geniş ve büyük bir mülk ve imkâna sahip olduğunu herkese sergiliyormuş gibi bir manzara canlanır hayalimizde.
Halbuki, peygamberlerine mucizeleri de lütfeden Rabbü’l-âlemîn Hakîm’dir. Kâinat içindeki her bir şeye yüklenmiş hikmetlerin belgelediği üzere, O’nun hikmetsiz bir işi ve tasarrufu yoktur. Peygamberler de, Hakîm olan Rablerine itaatleri içinde, hikmetle hareket eder ve Allah’ın sair kullarına hikmeti de öğretirler.
Öyleyse, Hz. Süleyman’ın ‘kendisinden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk’ için dua etmesindeki hikmet nedir? Ve âlemler Rabbinin bu duaya kuşları, karıncaları, sair mahlukatı, rüzgârı ve cinleri dahi ona musahhar kılarak icabet etmesinin ne gibi bir hikmeti vardır?
Müdakkik bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman, ‘peygamber mucizelerindeki ilâhî hikmet’i anlamaya adanmış bir risale olarak “Yirminci Söz”de, Süleyman aleyhisselamın babası Hz. Dâvûd gibi aynı zamanda yönetim sorumluluğu yüklenmiş bir hükümdar peygamber olduğunu unutmadan, bu soruların cevabını ‘adalet’te bulur. Esmâ-i hüsnâsı içinde bir ism-i âzamı Adl olan, kâinatı adalet ve ölçü üzere var eden âlemler Rabbi, vahyinin muhatabı insanlara da adaleti emretmiştir. Mâlikü’l-mülk’ten gelen, uymanın veya uymamamın kalıcı sonuçlar doğuracağı bir emirdir bu: Âlemler Rabbi, bizzat Kur’ân’ında bildirdiği üzere, Hesap Günü mutlak adaletiyle kullarının amelini tartarken, zerre kadar iyilik ve zerre kadar kötülüğü dahi hesap dışı bırakmayacaktır. Adalet noktasındaki en ağır sorumluluk ise, elbette mevki ve iktidar sahiplerinin, yani yöneticilerin üzerindedir. Bir yönetici hükümranlık alanı içinde vuku bulan bir haksızlığı gidermekle yükümlüdür, gidermediği takdirde müteselsil biçimde o da bu haksızlıktan dolayı sorumlu olmaktadır. Durum buysa, bir hükümdar peygamber olarak Hz. Süleyman’ın uzağı yakın edebildiği, kuşlardan ve karıncalardan dahi haber alabildiği, rüzgâra bindirerek ordusunu uzak bir yere sevk edebildiği bir mülk ve hükümranlık istemesi, adaleti tesis etmek, bir haksızlığa meydan vermemek içindir:
“... risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselam, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.”
Bu ifadelerin ve ilgili bahsin devamındaki cümlelerin ortaya koyduğu üzere, Peygamberlerin bir sıfatı ‘ismet’tir, yani başka insanların düştüğü günahlardan uzak olmalarıdır. Masumiyetleri, başkalarının bulaştığı günahlardan uzak kalmaları, onların peygamberliğinin delillerinden biridir. İşte Süleyman aleyhisselam, hükümdarlığı sebebiyle hükmettiği diyardaki insanların da sorumluluğunu üstünde taşıyan bir peygamber olarak, memleketin dört tarafında neler olup bittiğinden haberdar olmak, hayatlarından ve hukuklarından sorumlu olduğu kişilerin durumunu bilmek, dertlerini işitmek, hükmettiği diyarda bir adaletsizliğe müsaade etmemek ve bu diyarı haksızlığa müsait bir duruma düşürmemek içindir ki, o duayı etmiş ve âlemler Rabbi yine buna binaen onun bu duasına cevap vermiş; meselâ bir mucize olarak Belkıs’ın tahtını Yemen’de iken Bilâdüşşam’da aynıyla hâzır kılmak, hatta taht etrafındaki vezirlerin suretlerini gösterip seslerini kendisine işittirmek ile Süleyman peygambere mukabele etmiştir.
Öyleyse, Hz. Süleyman’ın duası neticesi mazhar olduğu, ‘iletişim’ ve ‘ulaşım’la ilgili engelleri ve sınırları onun için kaldıran mucizelerden her yöneticinin alması gereken şöyle bir ders vardır:
“Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.”
Yani Süleyman aleyhisselamın duası da, o duaya âlemler Rabbinin icabeti ile gerçekleşen bütün mucizevî imkânlar da, hâkimiyeti ve dolayısıyla sorumluluğu altındaki diyarda tam adaleti temin etmek, böylece mülkünde vuku bulacak herhangi bir haksızlığın sorumluluğundan iki cihanda azade olmak içindir. Âlemlerin Rabbinin peygamberleri içinde en geniş dünya mülkünü ve bu meyanda ulaşım ve iletişimle ilgili bu mucizevî imkânları, aynı zamanda yönetici sorumluluğu taşıyan bir peygamberinin istemesi, onun bir yönetici olarak taşıdığı ‘tam adalet’ sorumluluğu sebebiyledir. O bu hikmetle bu imkânları istemiş, Kadîr-i Zülcelâl de yine bu hikmetle ona bu imkânı vermiştir. Kuluna ve peygamberine geniş bir mülk veren Allah, o geniş mülkünde ‘adalet-i tâmmeyi tesis’ içindir ki, olup bitenden hızlıca haberdar ve çabucak müdahil olacağı mucizevî bir iletişim ve ulaşım imkânını Süleyman aleyhisselama bahşetmiştir.
Süleyman aleyhisselamın ettiği dua ve neticesinde mazhar olduğu bu mucizeler, hangi zamanda ve zeminde olursa olsun, yönetici mevkiinde olan insanların adaleti gözetmek, bunun için de iletişim ve denetim kanalları açık bir yönetim tarzı oluşturmakla yükümlü olduğunu gösteriyor. Kuşlardan gelen habere, karıncalar arasındaki konuşmaya dahi dikkat eden Süleyman aleyhisselam, bu yönüyle, adalet yükümlülüğü olan bir yöneticinin ‘konuşması’ndan önce uygun iletişim kanallarını çalıştıran çok iyi bir dinleyici olması gerekliliğini de bize öğretiyor. Dolayısıyla iletişim ve ulaşımda sağlanan gelişmeleri, doğru kullanıldığında yeryüzünde acıları hafifletmek, zulüm ve haksızlıkları gidermek, adaleti tesis etmek, barışı temin için birer imkân ve nimet olarak okumaya da bizi sevk ediyor.
Hz. Süleyman’ın mazhar olduğu mucizelerle ilgili olarak “Yirminci Söz”de karşımıza çıkan bu hikmetli okuma, adaletin ne kadar önemli bir esas olduğunun, yan ısıra haksızlığa değil sebep olmak, mani olmamanın dahi çok ağır bir sorumluluk içerdiğinin dersini veriyor bize.
Adalet vazgeçilmezimiz.
Öyle ki, mülkü dillere destan Süleyman aleyhisselam o kadar geniş mülkü ve imkânı sırf onun için Rabbü’l-âlemînden istemişti...