Sahabe; Peygamber Efendimizle (asm) görüşmüş, sohbetinde bulunmuş ve iman getirmiş zatlara denmektedir. Sahabeler, Peygamberimizden (asm) sonra en yüksek makamda bulunmaları cihetiyle en efdal ve en faziletli zatlardır. Buradan hareketle fazilet-i külliye noktasında kimse Sahabelere yetişemez.
Sahabe efendilerimiz, Nebevi sohbetten aldıkları iksirle öyle bir nuraniyet kesbetmişler ki bazıları kırk dakikada bazıları bir dakikada hatta bazıları da bir an- ı seyyalede yani ilk görüşte “Bu yüzde yalan yok” diyerek iman etmişlerdir ve kısa bir zamanda yüksek bir mertebeye çıkarak ümmetin en faziletlileri olmuşlardır. Bediüzzaman hazretleri;
“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu.
Sözler ( 489)
En büyük veliler dahi sahabe derecesine çıkamamışlardır. Hatta Celaleddin-i Süyuti hazretleri gibi uyanık âlemde iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olmuş, Resul-i Ekrem (a.s.m) ile yakazaten görüştükleri halde yine külli fazilet noktasında sahabelere yetişememiştir.
Asr-ı saadet döneminde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve hissedilmiştir. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve mesafe açılmıştı ki iman ve küfür, doğu ve batı kadar birbirinden uzaklaşmıştı. Böyle dehşetli bir zamanda Sahabe efendilerimiz Peygamberimizin (a.s.m) etrafında pervaz olup canlarını, mallarını İslamiyet, hayır ve sıdk uğrunda feda etmişlerdir.
Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği kelam ve emirleri anlamakta dahi sahabelere yetişilmez. Çünkü o büyük dönemde bütün fikirler ve meraklar Allah’ın rızası üzerine dönerdi. Bütün kalpler “Rabbimizin bizden isteği nedir?” diye merak ederlerdi. Bütün gayret ve himmetleri ilahi emirden gelen dersleri almak ve hayata geçirmekti. Kısacası her halleri, muhavereleri ve sohbetleri bütün o manaları ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden Sahabelerin fikirleri, istidat ve kabiliyetleri bir anda nurlanır ve külliyet kesb ederdi. Bütün hissiyatları ve letaifleri uyanık olan Sahabeler, Kur’an hakikatlerini okudukları zaman o mübarek kelimelerin bütün manalarını bütün duygularıyla hissederek okurlardı ve bütün duyguları kendi hisselerini alırlardı.
Sahabeler İslamiyet’in tesisinde saff-ı evvel oldukları cihetle “Sebep olan yapmış gibidir” kaidesince ümmetin bütün hasenatlarının tamamı onlara da yazılmaktadır. Herhangi bir ehl-i imanın yaptığı ibadet ve hayırlar aynen onların da hayır defterlerine yazılmaktadır. Bu hakikat de bizlere gösteriyor ki peygamberlerden sonra ümmetin en faziletli zatları onlardır. İman ve Kur’an hizmeti yolunda canlarını, mallarını lüzum olsa hayatlarını feda etmişlerdir. Ve Fahr-i Kâinat Efendimiz’e (a.s.m) “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlullah” diyerek kemal-i sadakatle bağlanmışlardır.
Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m), onlardan birine İslâmî bir hizmeti vazife olarak verdiği zaman, o vazifeyi hayatları pahasına da olsa tereddütsüz yerine getirirlerdi. Sahabeler İman hizmetinde keşif ve keramet aramazlardı, sebeb-i emr-i ilahi neticesi rıza-i ilahi olan kudsi davalarında bu manayı tahakkuk ettirmeye çalışmışlardır. Şahsî, içtimaî, dünyevî haz ve menfaati aramazlardı. Hazreti Peygamberin etrafında pervaz olup iman ve Kur’an hizmetine kenetlenmişlerdir.
Bütün bu manaları düşündüğümüzde Peygamber Efendimizin (a.s.m) şu hadisinin ne kadar manidar olduğunu düşünmek gerekir:
“Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.”
(Keşfü-l-Hafa, 1:132.)
Sahabe efendilerimizin meziyetlerini anlatmakla ve yazmakla bitiremeyiz. Şimdilik kadarla iktifa edelim.
Allah, bizleri Sahabe Efendilerimizin hayırlarından, şefaatlerinden mahrum etmesin inşallah.
Allah’a emanet olun.