Telefon Deyip Geçmemek Lazım

Maruf Özülkü

Birkaç yıl önceydi. Siirt Kitap Fuarına bir günlük katılmıştım. Yayınevi hem imza günü düzenlemişti hem de bir okulda öğrencilere yönelik program planlamıştı.

Okur-yazar muhabbeti beklendiği gibi geçmişti. Sıra okul programına gelmişti.

Okul yöneticileri sözleştikleri saatte fuar alanına gelip bizi aldılar. Yolda biraz sohbet ettik.

Derken ünvanının "müdür yardımcısı" olduğunu hatırladığım kişi bana,

"-Hocam bizim öğrenciler Hababam sınıfı. Seni en fazla onbeş dakika dinlerler" demez mi?..

Öğrencilerin derse ilgisizliğinden öğretmenlerine karşı saygısızlığına kadar bir şey bırakmadı.

Ben, hem üzüldüm, hem de "o halde ne yapmalıyım" telaşına düştüm.

Bu hususiyetleri tavsif edilen öğrencilerle kitabi konuşmanın bir faydasının olmayacağı apaçık ortadaydı.

Kısa süren yolda düşündüm, düşündüm ama bir sonuca varamadım.

Ta ki, hocalardan birinin "saat kaç" diye sorması, öbürünün de şık telefonunu çıkarak cevaplamasına kadar.

Bu arada öğrencilerin markalı telefonlarla okula geldiklerini ve sık sık topladıklarını söylemişti bu otoriter yöneticilerimiz.

Böyle olunca...

Orta zekalı biri olarak kafamda bir ışık parladı. Ne konuşacağımı bulmuştum.

Bu düşüncelerle öğrencilerin toplandığı salona geldik.

***

Öğrenciler sözde bir disiplinle sıralara doluşturulmuştu. Başlarındaki öğretmenlerin yüz ifadeleri biz gelene kadar, kaç kere "lahavle" çektiklerini ve "nerden çıktı bu yazar bozuntusu programı" cümlesini yüzümüze yüzümüze üflüyorlardı.

Neyse Müdür Bey çıktı. Kısa ama idarecilere yakışır bir ciddiyetle etkinliği anlattı. "Dikkatli dinleyin ha" uyarısında bulunarak bizi kürsüye çağırdı.

Kısa bir selamlamadan sonra dedim ki,

"Yahu onu-bunu boşverin de, gelirken telefonum bozuldu. Yeni bir telefon almam lazım. Ama ne alacağımı, nasıl alacağımı bilmiyorum."

"Parası önemli değil" diye de ekledim.

"Özellikleri en iyisi olsun. Beni yarı yolda bırakmasın" dedim ayrıca.

Salonda her kafadan bir ses çıktı. Curcunaya hemen müdahale ederek, sırayla söz almalarını istedim.

Salondakilerin hemen hemen hepsi bana akıl verdi. Her öğrenci Z kuşağı olmanın engin özgüveniyle zengin bir teknik sunum yaptı.

Amblemi, "bir ısırık alınmış elma olan" telefonu tavsiye edenler çoğunluktaydı.

Fiyatı dört-beş asgari ücreti geçiyordu ama en çok da asgari ücretliler kullanıyordu bu mereti.

Neyse...

Dönüp dedim ki,

"Ya bozulursa?..

"Garantisi var, ücretsiz değiştirirler" dediler.

"Ama" dediler, "kullanım hatası" olmayacak.

Peki kullanıcı hatası olsa, mesela cinnet geçirip duvara fırlatsam, ya da kor bir ateşe atsam ve yansa o zaman ne olur bu telefon? "

"Hocam o zaman çöp olur" dediler.

Onu bırak dediler, "ekran işlemci kartı senin hatan ile yansa, karşılamazlar" dediler.

"Peki" dedim "parasıyla tamir edeyim dedim, tamirci uğraştı durdu ama bir türlü olmadı. "

Dönüp bana dedi ki "Hocam bu telefon daha çalışmaz. Programı, kartı, işlemcisi bitmiş" dedi.

"O telefonu kaça satarız" dedim.

"Hocam üç beş lira belki verirler belki vermezler" dediler.

"Neden ki" dedim. "Maddeleri, metalleri, süsü, camı, bakırı, anteni; hasılı herbir şeyi duruyor. "

"Ooho" dediler. "Hocam sen de bir şey bilmiyorsun dediler.

İstediğim noktaya getirmiştim onları.

***

İşte arkadaşlar insan da bu pahalı kıymetli donanımlı lüks marka telefondur" dedim.

"Maddi değerinden çok donanımları işlemci kapasitesi, görevleri ve diğer özellikleriyle benzersizdir.

Birini görseler ki, bahsettiğiniz bu lüks telefonla duvara çivi çakıyor. Yani yüzbin liralık telefona çekiç muamelesi yapıyor. Ona ne yaparlar dedim"

Gülüşmeler, lafa karışmalar salonu canlandırmıştı.

"Onbeş dakika seni dinlemezler" dedikleri öğrencilerle bir saati aşkın güzel interaktif bir sohbet yapmıştık.

Sözün maksadını ise, Bediüzzaman Said Nursi'nin insanın maddi değeri ile manevi değerini karşılaştırdığı bahsiyle noktalamıştık.

İNSAN MADDE OLARAK BEŞ PARA ETMİYOR AMA...

İnsanın iman ile aldığı kıymeti ifade ederken, "İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil bir vaziyete girer" diyor.

"Çünkü" diyor...

"İman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

YA HURDACIYA DÜŞERSİN, YA ANTİKACIYA...

Bunun en güzel misalini ise "hurdacılar" ve "antikacılar çarşısı" üzerinden anlatıyor.

"Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi, bazen madde daha kıymetdar, bazen oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bazen, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Ve işte güneş gibi kesin ve parlak bir sonuç cümlesi:

"İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

"Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder." (Risale-i Nur Külliyatı. Bediüzzaman Said Nursi. Sözler. Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas. Birinci Nokta.)

FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK LAZIM...

Rabbim cümlemizi antika kullarından eylesin. Virüsler bulaştıysa imani bir aydınlanma tahkimiyle antivirüs programları yüklenmeyi nasip etsin. Gafilsek, zayıfsak, kafamız karışıksa bizi tez zamanda fabrika ayarlarına döndürsün.

Ezcümle; cümlemize, akıl, fikir ve şuur nasip etsin diyelim...

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.